DR. E. HAKAN ERALTAN
|
Öncelikle tıbbın anlamını açtığımızda; tıp, hastalığı tanıma, önleme,sağlığı koruma ve hastalığı tedavi etmenin bilimidir.Bu bilim, sanatsal bir şekilde yoğrulmadığı zaman, yapılan işlemler çok maddesel,teknik ve duygu yoksunluğu içinde tanımlanacaktır.
Emosyon dediğimiz durum ya da tavır,duygu tarafından üretilen düşünceleri ve bunların sonucunda ortaya çıkan davranış şeklini anlatır.Hekim,tüm bu duygu ve davranış durumlarına, bilim ve sanat konularına hakim olduğu için hekim diye adlandırılmıştır.
Astroloji,matematik,fizik,kimya,felsefe,psikoloji,tarih,görsel sanatlar gibi birçok farklı bilimden haberdar olmayı ve kendisini yakın ve kabiliyetli hissettiği için çok yönlü bir bakış açısına sahip ve gerçekten birçok konuya hakim olarak bu mesleği hak eder.Hekim olma yetisine sahip olan kişi, gördüğü usta-çırak eğitimi, tecrübe ve çalışmaların sonucunda içinde hissettiği sanatsal duyarlıkla hekim olur.
Günümüzde ise hekim kelimesi, doktor kelimesi ile yer değiştirmiştir. Doktor dediğimiz meslek,İngilizce terminolojide M.D (Medikal Doktor) yani tıpta doktora yapmış meslek erbabı,sadece günümüz tıbbi bilimlerinde yeterli olması kâfi sayılmaktadır.Buradaki anlayış,genelde sanatsal duyarlılık aranmayan ve maalesef belli kalıplarla düşünen, üretmeyen bir zihne sahip bir yapı vücuda getirmektedir. Tıp doktorları adını verdiğimiz, belli kalıplarla düşünen bu model, dünya sağlık örgütü WHO nun tanımladığı ruhsal, bedensel ve zihinsel bozukluklara sahip olan hastayı değerlendirmekte kanımızca çok yeterli olamaz.
Günümüzde yaratılan bu kalıp model, organa sağlık -dokuya sağlık -hücreye sağlık hedefleriyle ayrıntı düşünürken, Doğunun felsefe ve tıp yaklaşımı tüm beden ile, bilinç ve bilinç dışı, zihinsel düşünceyle ve ruhla bütünleşmeyi hedefler. Kanımızca bu noktada yapılması gereken, tarafları eleştirmek değil, bütünü düşünen sağlık yaklaşımıyla Doğu ve Batı, eski ve yeni, tarihsel ve güncel tüm bilgi birikimlerini bir araya toplamak,tarafsız bir şekilde korumak ve hekim adaylarına bunları kavratmak ve yaşatmaktır.
Bu görev bireysel çabalarla değil,uygun şekilde organize olmuş bağımsız kurumsal yapılarla gerçekleştirilebilir.Bu kurumsal yapıyı size anlatmadan önce Doğudan Batıya, eskiden yeniye, doğaldan yapaya, gelenekselden moderne ve ruhtan maddeye uzanan, tarihten günümüze tıbbın yolculuğuna bir göz atalım
İslamiyet öncesinde Orta Asyada genelde göçebe topluluklar halinde bozkır kültürü yaşayan Türk topluluklarında, tabiata ve dini inançlara dayalı bir hekimlik sürdürülmekteydi. Orta ve Kuzey Asyada geniş bir yer tutan Şaman topluluklarında tedavide Şaman hakim figür olarak kalmaktadır.Bunun sebebi Orta ve Kuzey Asyada Şamanın girdiği vecd halinin çok önemli bir yer tutmasıdır.Bu bölgede vecd hali en mükemmel dini tecrübedir ve Şaman bu vecdî tecrübenin bizzat en büyük ustasıdır. Hatta Şaman tedavide tabib ile de yan yana bulunabilir.Tabib hastalığı ilaçla tedavi yaparken Şaman da,kendi yöntemleriyle,sihir ve efsunla tedavi etmeye çalışmaktadır. Ancak burada diğer ilkel topluluklardaki hekim anlayışından ayrı, birçok toplulukta görülen büyü ve büyücülükten uzak bir sihirsel özellik vardır. Ateşin üstadı ve sihirsel uçuş gibi kavramlar Şamanı diğer büyü ile tedavi yapanlardan ayırmaktadır. Şaman, vecd ile istiğrakın ustasıdır.Kendisini yetiştiren ustasından bugün tıbbi etik denilen kavramları almıştır.(1)
Türklerin meskun olduğu Orta Asya, bilhassa şimdi Sin- chan adı verilmiş olan Uygur bölgesi tarihte bir tıp bölgesi durumuna gelmiştir.(2) Türk bilim adamlarından Ord.Prof.Dr.Süheyl Ünver haklı olarak söyle demiştir: Uygur kültürünün üstünlüğü kişiye özel tıbba vermesidir.(3) Bahsedildiği gibi Tıp, Türklerin büyük çapta çaba harcayan ve çok gelişme gösteren sahalarındandır. Türk vesikalarında, İran edebiyatında, Yunan ve Rum klasik eserlerinde Türk adının güçlü ve güzel anlamında gelmekle beraber, sağlam veya sıhhatli anlamında da geldiği Türklerin Tıp sahasındaki düşüncelerini ve Tıp kültürünü kavramak bakımından büyük önemi haiz bir belge olarak görülmektedir. Türkler tarafından açılan ve korunan büyük kervan yolu veya İpek yolu sayesinde Türklerin Doğu ve Batı arasında gene Tıbbı temaslar kurdukları ve ilaç ticaretini yaygın bir duruma getirip, aynı yola Tıp ve ilaç yolu denilebilecek bir mahiyet kazandırdıkları bilinmektedir.Çinde milattan önce 5.yüzyıldan milattan sonra 18.yüzyıla kadar olan çeşitli dönemlerde yazılan değişik kaynaklarlarda Türk tıbbının gelişmelerinden söz açılmış; Çin Tıp bilimiyle mukayese edilerek üstünlüğü itiraf edilmiştir ve tedavide uygulanan bir çok yöntemler dile getirilmiştir. Gerçekten, Türklerde Tıp, Çin, Hint ve Yunan Tıp biliminden farklı bir sistem oluşturmuş. Bahsi geçen sistemin temelinde evren, doğa, bütün canlılar ve diğer şeylerin çekirdeği dört temel unsura dayandığı ileri sürülen Tıp teorisi yer almaktadır. Son zamanlarda yapılan araştırmalarda bu teorinin yabancılardan Türklere geçmiş bir kültür belgesi olduğu iddialarının yanlış ve onun Türklerin hayat ve sağlık hakkındaki düşüncelerinin ürünü olduğunu belirtilmekle birlikte aynı teorinin milattan önce 6.yüzyıllarda yabancı kültürlerin Tıp bilimine etki yapabilecek derecede gelişme gösterdikleri bildirilmektedir. Nitekim, eski zamanın ve daha sonraları tüm zamanların en büyük hekimi olarak benimsenen Yunanlı Hipokrat uzun bir süre İşkit-Sakalar arasında yaşamıştır.(4) Hipokrat, onların etkileri altında kalarak, hava, su, toprak ve Tıp akılları adlı kitapları yazmıştır.
Burada şunu belirtmek icap eder ki, Türkler, Doğu ve Batıda bulunan bir çok kavimler arasında karşılıklı Tıbbı ilişkilerin kurulmasında bir köprü rolünü oynamıştır. Örneğin, Hint ve Orta ve Batı Asya menşeli 40 çeşitten fazla ilaç Türkler vasıtasıyla Çin Tıbbına sokulmuştur.
Karuşti, Brahmi, Sanskirt ve Sogd yazılarında yazılmış bir çok Tıp kitapları Türkler tarafından Çinceye tercüme edilmiştir.Kuru iğne ile tedavi yapma yöntemi ve bazı nabız teşhisi metodu Türkler aracılığıyla önce Orta Asyaya, sonra Ön Asya ve Batı memleketlerine yayılmıştır. Bundan başka, Moğollar tarafından Çine sevk edilen pek çok Türkler, Moğol ordusunda ve devlet makamlarında çalışmıştır. İçinde tabiblerin de bulunduğu bu Türkler, Moğol, Çin ve zamanın diğer toplumlar arasında taşıyıcı bir rol oynamışlardır.
Uygurlar, dünyanın en eski uygar milletlerinden biri olarak kabul edilen Çinlilere, uygarlık miraslarını bırakan halktır. Sadece 5000 yıllık maziye sahip olan Çin uygarlığı, aslında kendi atalarınca onlara aktarılan Uygur uygarlığıdır. Bunu ispat eden yazmalar, Tao tapınaklarında hiç kimseye gösterilmeden özenle korunmaktadır. Çin efsaneleri de Uygurlar ın 17.000 yıl önce uygarlıklarının zirvesinde olduklarını anlatmaktadır. Bu tarih, jeolojik olaylarla da uyum sağlamaktadır. (5)
Ne yazık ki, eski Çinle ilgili tüm tarihi eserler, büyük Çin Seddini ( yani, o devirdeki Çin sınırını ) inşa ettiren İmparator Ching Shihuang tarafından toplatılıp yakılmıştır. (6)
İngiliz Araştırmacı James Churchward ın Kayıp Kıta Mu ve Mu Uygarlığı hakkındaki bilimsel araştırmalarına göre, dünyanın en eski uygarlıklarından biri olarak kabul edilen Çin uygarlığının sadece 5000 yıllık maziye sahip olduğu, bu uygarlığın aslında atalarınca onlara aktarılan Uygur uygarlığı olduğu, dolayısıyla ilk Çin İmparatorluğunun, damarlarında Uygur kanı taşıyan ve büyük Uygur uygarlığından nasibini alan kişiler tarafından oluşturulduğu mevzu bahistir. (7)
Bu açıdan bakıldığında, Uygur uygarlığından nasibini almış Çinlilerin akupunkturu keşfetmesinden kuşkulanarak, acaba akupunktur Uygur buluşu mudur ? diye bir soruyu akla getirmek de gayet doğaldır.
Prof. Dr. G. R. Rahmeti Aratın 1930 ve 1932 senelerinde Berlinde yayınladığı Zurkunde der Uiguren ve F.K.W. Müllerin Ein Beitrag zur ärzlichen Graphik aus Zentralsien (Turfan). (Arch. f. Gesch. d. Med. Bd. 15.) adlı eserinde verilen bilgilere göre, Berlin Müzesi nde saklanmakta olan, her iki tarafı eski Uygur yazısıyla yazılmış, Uygur Buda kitabına ait 18.5 cm genişliğinde olan No.4 Tomarın Eski Uygurlara ait akupunktur tedavisiyle ilgili kıymetli tıbbi sayfa olduğu anlaşılmaktadır. (8)
İslamiyet öncesinde Orta Asyada genelde göçebe topluluklar halinde bozkır kültürü yaşayan Türk topluluklarında, tabiata ve dini inançlara dayalı bir hekimlik sürdürülmekteydi. Orta ve Kuzey Asyada geniş bir yer tutan Şaman topluluklarında tedavide Şaman hakim figür olarak kalmaktadır.Bunun sebebi Orta ve Kuzey Asyada Şamanın girdiği vecd halinin çok önemli bir yer tutmasıdır.Bu bölgede vecd hali en mükemmel dini tecrübedir ve Şaman bu vecdî tecrübenin bizzat en büyük ustasıdır. Hatta Şaman tedavide tabib ile de yan yana bulunabilir.Tabib hastalığı ilaçla tedavi yaparken Şaman da,kendi yöntemleriyle,sihir ve efsunla tedavi etmeye çalışmaktadır. Ancak burada diğer ilkel topluluklardaki hekim anlayışından ayrı, birçok toplulukta görülen büyü ve büyücülükten uzak bir sihirsel özellik vardır. Ateşin üstadı ve sihirsel uçuş gibi kavramlar Şamanı diğer büyü ile tedavi yapanlardan ayırmaktadır. Şaman, vecd ile istiğrakın ustasıdır.Kendisini yetiştiren ustasından bugün tıbbi etik denilen kavramları almıştır.(1)
Türklerin meskun olduğu Orta Asya, bilhassa şimdi Sin- chan adı verilmiş olan Uygur bölgesi tarihte bir tıp bölgesi durumuna gelmiştir.(2) Türk bilim adamlarından Ord.Prof.Dr.Süheyl Ünver haklı olarak söyle demiştir: Uygur kültürünün üstünlüğü kişiye özel tıbba vermesidir.(3) Bahsedildiği gibi Tıp, Türklerin büyük çapta çaba harcayan ve çok gelişme gösteren sahalarındandır. Türk vesikalarında, İran edebiyatında, Yunan ve Rum klasik eserlerinde Türk adının güçlü ve güzel anlamında gelmekle beraber, sağlam veya sıhhatli anlamında da geldiği Türklerin Tıp sahasındaki düşüncelerini ve Tıp kültürünü kavramak bakımından büyük önemi haiz bir belge olarak görülmektedir. Türkler tarafından açılan ve korunan büyük kervan yolu veya İpek yolu sayesinde Türklerin Doğu ve Batı arasında gene Tıbbı temaslar kurdukları ve ilaç ticaretini yaygın bir duruma getirip, aynı yola Tıp ve ilaç yolu denilebilecek bir mahiyet kazandırdıkları bilinmektedir.Çinde milattan önce 5.yüzyıldan milattan sonra 18.yüzyıla kadar olan çeşitli dönemlerde yazılan değişik kaynaklarlarda Türk tıbbının gelişmelerinden söz açılmış; Çin Tıp bilimiyle mukayese edilerek üstünlüğü itiraf edilmiştir ve tedavide uygulanan bir çok yöntemler dile getirilmiştir. Gerçekten, Türklerde Tıp, Çin, Hint ve Yunan Tıp biliminden farklı bir sistem oluşturmuş. Bahsi geçen sistemin temelinde evren, doğa, bütün canlılar ve diğer şeylerin çekirdeği dört temel unsura dayandığı ileri sürülen Tıp teorisi yer almaktadır. Son zamanlarda yapılan araştırmalarda bu teorinin yabancılardan Türklere geçmiş bir kültür belgesi olduğu iddialarının yanlış ve onun Türklerin hayat ve sağlık hakkındaki düşüncelerinin ürünü olduğunu belirtilmekle birlikte aynı teorinin milattan önce 6.yüzyıllarda yabancı kültürlerin Tıp bilimine etki yapabilecek derecede gelişme gösterdikleri bildirilmektedir. Nitekim, eski zamanın ve daha sonraları tüm zamanların en büyük hekimi olarak benimsenen Yunanlı Hipokrat uzun bir süre İşkit-Sakalar arasında yaşamıştır.(4) Hipokrat, onların etkileri altında kalarak, hava, su, toprak ve Tıp akılları adlı kitapları yazmıştır.
Burada şunu belirtmek icap eder ki, Türkler, Doğu ve Batıda bulunan bir çok kavimler arasında karşılıklı Tıbbı ilişkilerin kurulmasında bir köprü rolünü oynamıştır. Örneğin, Hint ve Orta ve Batı Asya menşeli 40 çeşitten fazla ilaç Türkler vasıtasıyla Çin Tıbbına sokulmuştur.
Karuşti, Brahmi, Sanskirt ve Sogd yazılarında yazılmış bir çok Tıp kitapları Türkler tarafından Çinceye tercüme edilmiştir.Kuru iğne ile tedavi yapma yöntemi ve bazı nabız teşhisi metodu Türkler aracılığıyla önce Orta Asyaya, sonra Ön Asya ve Batı memleketlerine yayılmıştır. Bundan başka, Moğollar tarafından Çine sevk edilen pek çok Türkler, Moğol ordusunda ve devlet makamlarında çalışmıştır. İçinde tabiblerin de bulunduğu bu Türkler, Moğol, Çin ve zamanın diğer toplumlar arasında taşıyıcı bir rol oynamışlardır.
Uygurlar, dünyanın en eski uygar milletlerinden biri olarak kabul edilen Çinlilere, uygarlık miraslarını bırakan halktır. Sadece 5000 yıllık maziye sahip olan Çin uygarlığı, aslında kendi atalarınca onlara aktarılan Uygur uygarlığıdır. Bunu ispat eden yazmalar, Tao tapınaklarında hiç kimseye gösterilmeden özenle korunmaktadır. Çin efsaneleri de Uygurlar ın 17.000 yıl önce uygarlıklarının zirvesinde olduklarını anlatmaktadır. Bu tarih, jeolojik olaylarla da uyum sağlamaktadır. (5)
Ne yazık ki, eski Çinle ilgili tüm tarihi eserler, büyük Çin Seddini ( yani, o devirdeki Çin sınırını ) inşa ettiren İmparator Ching Shihuang tarafından toplatılıp yakılmıştır. (6)
İngiliz Araştırmacı James Churchward ın Kayıp Kıta Mu ve Mu Uygarlığı hakkındaki bilimsel araştırmalarına göre, dünyanın en eski uygarlıklarından biri olarak kabul edilen Çin uygarlığının sadece 5000 yıllık maziye sahip olduğu, bu uygarlığın aslında atalarınca onlara aktarılan Uygur uygarlığı olduğu, dolayısıyla ilk Çin İmparatorluğunun, damarlarında Uygur kanı taşıyan ve büyük Uygur uygarlığından nasibini alan kişiler tarafından oluşturulduğu mevzu bahistir. (7)
Bu açıdan bakıldığında, Uygur uygarlığından nasibini almış Çinlilerin akupunkturu keşfetmesinden kuşkulanarak, acaba akupunktur Uygur buluşu mudur ? diye bir soruyu akla getirmek de gayet doğaldır.
Prof. Dr. G. R. Rahmeti Aratın 1930 ve 1932 senelerinde Berlinde yayınladığı Zurkunde der Uiguren ve F.K.W. Müllerin Ein Beitrag zur ärzlichen Graphik aus Zentralsien (Turfan). (Arch. f. Gesch. d. Med. Bd. 15.) adlı eserinde verilen bilgilere göre, Berlin Müzesi nde saklanmakta olan, her iki tarafı eski Uygur yazısıyla yazılmış, Uygur Buda kitabına ait 18.5 cm genişliğinde olan No.4 Tomarın Eski Uygurlara ait akupunktur tedavisiyle ilgili kıymetli tıbbi sayfa olduğu anlaşılmaktadır. (8)
Akupunktur ve moksa,Çin tıbbının yaklaşık dört bin senedir uyguladığı tıp tarihinin en eski, en karakteristik tedavi tekniklerindendir. Temeli, insan bedeninin derisinin yüzeyindeki belirli noktalara ince iğnelerin farklı derinliklere batırılması esasına dayanır. Bu noktalar çoğu zaman hasta organlardan uzak ve anatomik olarak da onunla ilişkisi olmayan yerlerdedirler.
Akupunktur noktaları karmaşık ve gelişmiş bir fizyoloji teorisine dayanan,son derece sistemleştirilmiş bir model uyarınca birbiriyle bağlantılı diziler halinde toplanmıştır. Çin akupunkturunda on iki meridyen üzerinde (kalp,mide,karaciğer,dalak,ince barsak, kalın barsak,akciğer,böbrekler,safra kesesi,mesane,iki de özel meridyen) yaklaşık 618 akupunktur noktası bulunur. Çeşitli kaynaklarda bu noktalar sayı bakımından bazı farklılıklar gösterir(9).
Moksa ise,deriye doğrudan değdirilmek suretiyle veya dolaylı olarak ,yani temas ettirilmeden uygulanan yaprak sigara biçimindeki Artemisia(=Ai) kavının akupunktur noktalarına tatbik edilen bir tedavi şeklidir. Hastalığın durumuna göre hafif termik uyarıcılarla veya tam tersine belirli noktayı dağlayarak uygulanır.
Uygur Tıbbî Metinleri:
Turfanda Almanların yaptıkları kazılarda bulunan Uygur metinlerini Reşit Rahmeti Arat,Prusya Akademisi yayınları arasında iki cilt olarak yayınlamıştır (R.Rachmati-Rachmatullinzur Heilkunde der Uiguren.Berlin C.I,1930,C,II,1932) Bu eserden istifade ederek, rahmetli hocamız Süheyl Ünver 1935 de Türk Uygur tababetine ait üç resim ile 1936 da Uygurlarda Tababet i kaleme almıştır.Bu eserdeki resimlerde günümüz akupunkturunun 15. ve 21.noktaları ve de metinde safra kesesi meridyeni ve cun (akupunkturda kullanılan parmak ölçüsü) gösterilmiştir.(9)
Tansuknâme-i İlhan der Fünûn-i Ulûm-i Hataî:
İlhanlılar devrinde tabib ve vezir Reşiddedîn Fazlullahın Gazan Han için Wang Shuhoya atfedilen Kao Yangın Çince tıbbî eseri olan Mo Chüehi,Siu-seh isimli Çinli bir hekimle öğrencisi Safiyeddine Tansuknâme-i İlhan der Fünûn-i Ulûm-i Hataî adıyla Farsçaya tercüme ettirdiği ve kendisinin de uzun bir mukaddime yazdığı bir kitap vardır.
İlk defa Süheyl Ünverin Ayasofya Kütüphanesinde bulup tanıttığı(6,11) dört ciltlik eserin günümüze yalnız713/1313 tarihinde istinsah edilen 1.cildi kalmıştır. (Süleymaniye Kütüphanesi,Ayasofya Bölümü Nu:3596).
Çin tıbbını işleyen bu eserde akupunktur,moksa tedavi sistemi önemli bir yer alır.Eserin mukaddemesinde tabib Reşideddin Her ne kadar dilleri ve yazıları farklı olsa da Hatay, Çin,Maçin,Karahatay,Uygur vilayetlerinden Türkistan sınırına kadar bütün halk Hatay ahalisinin ilim kitapları ile amel ederler(s.12),diyerek bin üçyüzlerden önce bütün Orta Asyada Çin tıbbının bazı tekniklerinin yaygın olarak kullanıldığını ifade eder.
Tansuknâmede akupunktur ve moksa tedavi sistemi geniş olarak açıklanmaktadır. Reşideddîn Hatay halkı dağlamaya çok önem verir. Hatay ve Moğol tabibleri birçok hastalığı dağlayarak tedavi ederler.
Orta Asya hekimleri dağlamada o kadar ileri gitmişlerdi ki yeni doğan çocukların bile beş altı gün sonra kafatasının tepesi dağlanırdı.Bundan,beyin hastalıklarından çocukları korumak ve beyni güçlendirmek amacı güdülmekteydi.Hatayda dağlanmamış adam nadirdi. Bazılarına bir defada 20-30 dağlama yapılmaktaydı(s.35),diyerek dağlamanın Orta Asya hekimlerinin vazgeçemedikleri bir tedavi yolu olduğunu söylemektedir.
Mukaddimede bu tedavi yolunun tesadüfî noktalara yapılmadığı,belirli resimli kitaplarla öğretildiği Hatay halkıyla Türkler,dağlama üzerine kitaplar yazarak dağlama yerlerini resimlerle göstermişlerdir(s.36)cümlesiyle açıkça ortaya koymaktadır.(9)
Bu iki tedavi tekniğinin uygulama sahaları hastalığın akut veya kronik oluşuna göre değişir. Akupunktur daha ziyade hastalıkların akut durumlarında birkaç seans halinde, moksa ise kronikleşmiş hastalıklarda kullanılır ve bugünkü fizik tedavide kullanılan yüzeysel ısı ve soft lazer tedavisine benzer.
Akupunktur ve moksa tedavi teknikleri zaman içinde devamlı gelişmesine rağmen,temel ilkeler M.Ö.II.yüzyılda iyice yerleşmiş ve sistemleştirilmiştir. Türkler tarihleri boyunca akupunkturdan ziyade onun değişik bir tatbikatı olan moksa (dağlama) yı yaygın olarak kullanmışlardır(9).
Dini kaynakların tıpla ve biyoloji ile olan bağlantılarını ve bu dini kaynakların bilimsel düşünce ve tıp üzerine özellikle Araplardaki etkilerini incelediğimizde; dini kaynaklar deyince İslamda iki şeyin akla geldiği görülür. Bunlardan biri Kuran, öbürü de sünnettir ki bu ikisinden de bir üçüncüsü yani fıkıh gelir. Böylece bu üç parametreyi de önce tek tek sonra da tıp ve biyoloji ile olan bağlantıları açısından incelememiz gerekir.
Kuran ve tıp dediğimiz zaman Kuranda, bir tıp kitabı olmamakla birlikte insanın dünya üzerindeki varoluşu ile ilgili her tür konuda maddi, ruhi, sosyal ve gelecekteki hayatıyla ilgili konularda bilgiler ve öğütler vardır.
Tıp ve biyoloji açısından baktığımız zaman Kuranda önce söylenen şey; kendimizi tanımamız,zihnimizi ve vücudumuzu tanımamız ve Allahın işaretlerini buralarda incelememiz, gözlemlememizdir. 51.Surede şöyle der:
Kesinlik arayanlar için dünya üzerinde ve kendi üzerinizde bütün işaretler vardır. Görmüyor musunuz? Ve 65 ten fazla Kuran suresi, insanı, kökeni, üremesi ve hastalıkları, iyileşmesi, tedavi biçimleri açısından ele almaktadır. Ayrıca hijyen, beslenme, alkolizm,genetik gibi konuların hepsine Kur-anda yer verilmiş ve bu konular hakkında bilgiler aktarılmıştır.
Kuranda verilen bilimsel verilerin kesinliği, batılılar için de şüphe götürmez. Fransız cerrah Doktor Maurice Bucaille,(10) Arapçayı ve Kuranı çalışmış, incelemiş ve şöyle demiştir. Kuranda bulunan bu çok özel bilimsel içerik beni derinden etkiledi. Çünkü hiçbir zaman vahiyle gelen bir metinde bundan on üç asır önce çok farklı ve bugün ancak modern bilimle anlayabildiğimiz konularda bilgi verilmesi beni çok etkilemiştir. Ayrıca Kuran ve İncili karşılaştırırken kendisini çok etkileyen bir konudan bahseder ve şöyle der. Böyle bir metinde ilk defa ve bol bol yaratılış,astronomi, dünya ile ilgili bir sürü bilgi, hayvanlar alemiyle ilgili bir sürü bilgi, bitkiler alemiyle ilgili ve özellikle insanın üremesi ile ilgili bir sürü bilimsel bilginin bulunması son derece etkileyicidir. Halbuki İncilde inanılmaz büyük bilimsel yanlışlıklar vardır. Ama Kuranda bir tane bile böyle bir yanlışlık keşfedemedim. Ve böylece kendi kendime şu soruyu sormak zorunda kaldım: Eğer bir insan Kuranın yazarıysa, nasıl 7. asırda bu tür ve günümüzde modern bilimle öğrendiğimiz bilgileri bilebilir ve yazabilir? Ben buna verebilecek bir cevap bulamadım çünkü, hiçbir şekilde Arap yarımadasında oturan bir kişinin( ki o zaman Fransada Dagobert adında bir kral hüküm sürmekteydi) bir sürü kişi için en azından on asır ileride olan bir bilgiyi kitaba aktarması imkansızdır.
Kuranın tıpla olan ilişkisinde önemli bir bölüm de Kuranın yüksek sesle okunmasının psikolojik bir iyileşmeye neden olduğunun bilinmesidir. Kuranın psikoterapatik rolü en azından inançlı kişi için inkâr edilemez.
Peygamber şöyle demiştir; bal bütün hastalıklar bir için ilaçtır. Kuran ise ruh için bir ilaçtır. Ben size bu iki ilacı da tavsiye ediyorum. Kuran ve bal. Ancak bununla birlikte hastanın doktordan uzak kalmamasını da istememiştir.
Sünnetle tıp arasındaki bağlantıya gelince; sünnet,peygamberin söylediği ve yaptığı şeylerin toplamıdır ve bunlar inanılır kaynaklar tarafından tekrar edilmiş ve kaydedilmiştir. Peygamberin ağzından çıktığı iletilen bir milyondan fazla hadisin sadece 5000 tanesi otantik kabul edilmiştir.Bunlar da toplam 6 hadis kitabında vardır. Sahih-i Buhari,Sahih-i Muslim,Sunane Ebu Davud. Bunlardan ilk ikisi, Buhari ve Sahih Müslim, bütün ulema için en otantik ve sıralamada Kurandan sonra gelen kitaplar olarak kabul edilir. (10) Bunların çoğunda da tıpla, hijyenle,hastalıkların iyileştirilmesiyle ve psikoterapatik tedaviyle ilgili öneriler vardır. Leclerce göre peygamberin tıpla ilgili söylediklerinin ve verdiği bilgilerin en iyi toplandığı kitap Ebu Nuayimin kitabıdır.(10)
Bu kitaptaki tüm bilgiler belli bir metodla sıralanmıştır ve bu sistem ve sıralama aynen 1961de Paris kütüphanesinde uygulanan gibidir. Ve buna göre peygamberin üç çeşit tedavi biçimi kullandığı bilinmektedir.
Doğal ilaçlar,doğa üstü ilaçlar ve ikisinin birleşimi.
San Georgeo Darillano şöyle yazmıştır. Muhammed tıbbı hiçbir şekilde laf ola değil, namuslu bir klinisyen şeklinde uygulamıştır. Örneğin bir salgın olduğu zaman ülkeyi terk etmeyi yasaklamıştır. Savaşa giderken yanında bir sürü tedavi malzemesi götürmüş, Müslümanlara hijyenik kurallar öğretmiş ve bütün bunlar, özellikle tedavi ve hijyen peygamberin dünyevi uğraşları içinde ilk sırayı almıştır.(10)
Tıp konusu bilgileri de öylesine genişti ki Ortaçağdaki bilim adamları ve din adamlarının çoğu, hastalığı Allahın bir isteği olarak düşünürken ve tedaviye karşı çıkarken, Muhammed kaç asır önceden bütün hekimlerin kendilerini tedavi etmelerini ve kendi hastalarını da tedavi etmelerini önermiştir. Savaşta Muhammed, yaralılara ayırdığı bir çadır oluşturmuş, başına da bir kadın hemşire koymuştur ki adı da bilindiği gibi Ranida dır. Bu, bir şekilde bir savaş ortamımda oluşturulmuş ilk hastane çadırlardan biri olarak kabul edilir.
Leclerc, Arap Tıbbı hakkında yazan önemli bir tarihçidir ve peygamber için şöyle söylemiştir. Kına,bal,peganum harmala denen madde en çok tavsiye ettikleri şeydi. Sinameki, hadislerinin çoğunda vardır ve sinameki ilk kez Muhammedin ağzından bir dökümanda geçmiştir. Birçok meyva da tedavi amaçlı olarak tavsiye edilmiştir.(10)
Muhammed şöyle demiştir;
İyileşme özellikle üç şeyle elde edilir: Bal,koterizasyon (dağlama) ve hacamat.Ayak ağrılarında kınayı, balı ise her yerde kullanmıştır.
Muhammedin kendisi Abis Ben Kap tarafından koterize edilmiştir ve kanatılmıştır,yani hacamat edilmiştir. Ayrıca baldırında bir ağrı nedeniyle vantuz işlemi yaptırmıştır. Bir yaranın hemorojiye dönüşmesi sonucunda da kızı Fatma papirüs yakmış ve külleri hemorojiyi durdurmak için yaranın üzerine koymuştur. Muhammed de hemorojiyi Sadben Muad denilen insanın üzerinde koterizasyon yaparak durdurmuştur. Baş ağrısı ve ateş durumlarında soğuk kompresler ve hacamat kullanmış ama enseden yapılan vantuz çekme işini ya da şişe çekme işini kesinlikle yasaklamıştır. Çünkü bunun hafızanın yeri olduğunu ve hafızayı bozacağını düşünmüştür.
Hacamat; sebebi belli bir hastalığın tedavisi olmaktan ziyade,kan fazlalığının vücutta meydana getirdiği rahatsızlıkları gidermek için kullanılan bir tedavi usûlüdür. Hacamatla alınan kan temiz kan değil,kirli,koyu,pıhtılaşmış,derinin altındaki atıl kandır.(11)
Bu kan damardan değil,deriden alınır. Hacamatla pıhtılaşmış koyu kan alınınca,vücuttaki kanın akışkanlık özelliği artar ve damarlardaki dolaşım kolaylaşır. Deri hafifçe bir neşter ile çizilir ve üzerine ağzı geniş bir cam kap kapatılarak emici gücün etkisi oluşturulur ve kirli kan vücuttan uzaklaştırılır.Hacamat,vücudun değişik bölgelerine uygulanabilmekte ve hasta organa yakın yerler özellikle tercih edilmektedir. Kullanılan malzeme hijyenik olmalıdır.
Hacamatın hiçbir yan etkisi olmadığı gibi tamamen doğaldır,ağrı ve acı hissedilmez. İz bırakmaz. Aynı gün iyileşme görülür ve vücutta çok büyük rahatlama olur.Hacamatla tedavi usulü binlerce yıldır uygulanan en eski tedavi şekillerinden olup, günümüzde de İslam ülkelerinin yanı sıra, Çinden Almanyaya,Malezyadan Kanada ve Avustralyaya kadar pek çok ülkede bir tıp yöntemi olarak uygulanmaktadır.(11)
Türkiyede bu yöntem Sağlık Bakanlığınca tanınmadığı için, ehil olmayan kişiler tarafından, sağlıksız koşullarda uygulanmaktadır.
Peygamber hadislerinden birinde şöyle söylemiştir:
Damardan veya deriden kan aldırmak,tedavi olduğunuz şeylerin en faydalılarındandır.
Sefer ediniz şifa bulunuz,oruç tutunuz şifa bulunuz,hacamat olunuz şifa bulunuz.(11)
Aynı zamanda Muhammed, Araplarda çok yaygın olan doğa üstü ve batıl tedavi şekillerini (büyü,muska gibi) tamamen yasaklamıştır.
Psikoterapi açısından da önemli önerileri vardır. Mesela şöyle demiştir öfkeyle ilgili olarak: öfke insan kalbini kıran, mahveden bir şeydir. Görmüyor musunuz ki öfkelenen insanın bütün damarları kabarmakta ve gözleri kızarmaktadır. Sizden herhangi biri öfkelendiği zaman, ayaktaysa otursun,oturuyorsa yatsın ve hiçbir şekilde öfkesini dışarı vurup onu başkalarına hiçbir şekilde kin ya da kötülük ederek bunu yansıtmasın. Ama en önemlisi aranızda yenilmez kişi, öfke anında kendini kontrol edebilen kişidir. Eğer içinizden birisi öfkelenirse suyla bu öfkeyi gidersin, çünkü öfke ateştendir ve ancak suyla bu ateş söndürülebilir.
Dikkati çekmek gerekirse bu gelenek, hidroterapide bilinen bir yöntemdir.(10)
Ebu Davudun söylediği bir hadise göre peygamber şöyle demiştir ki öfke şeytandan gelir ve şeytan ateşten oluşturulmuştur ve ancak ateş suyla söndürüldüğü için öfkelenen kişi suyu kullansın ve aptest alsın. Bu kadar ki, kendisinden herhangi bir öğüt isteyen bir kişiye peygamber tek bir cümleyle cevap vermiştir. Öfkelelenme!(10)
Peygamberin tıpla ilgili bilgilerden bahsederken verdiği ilaç olarak kullanılabilecek doğal gıdaların listesine bakarsak; kayısı, sarımsak, aloe, badem,amber balık gibi besinlerin baş sıraları aldığını görürüz.
Ayrıca zeytinyağ,kimyon her tür hurma,incir,kına,limon,nar,papatya özellikle tavsiye ettiği şeylerdir. Bunlara biraz daha eklemek gerekirse,taze olan süt, mercimek, kavun, nane, misk gibi maddeleri de sayabiliriz.
Peygamber şöyle demiştir; bilimin iki çeşidi vardır.Biri vücut bilimi,diğeri din bilimidir. Buna göre peygamber, vücutla ilgili bilimi dinle ilgili bilimin önüne almıştır ve dini bilimlerde uzman olmaktan sonra en asil ve en yüksek şeyin tıp biliminde uzmanlık olmak olduğunu söylemiştir. İslamiyetin tıp üzerinde oynamış olduğu rol hiçbir şekilde inkâr edilemez.
C.W.Turner şöyle demiştir(10) İslam,bütün bilimlerde çok önemli bir rol oynamakla birlikte en çok tıp alanında faydalı olmuş ve rol oynamıştır. Şu anda halen İslam Tıbbı hak ettiği yere oturtulamamıştır. Birçok yaygın kanının aksine İslam dini,bütün batıl itikatlarla,büyüyle,başka bazı inançlarla özellikle tıp konusunda bu tür şeylerle devamlı olarak savaşmıştır. Arapların zihnini,atalarından gelen bu mitlerden arındırıp tamamen objektif ve mantıksal bir düşünce sistemi oluşturmak için uğraşmıştır. Prof.Chati, İslamdan önce astrolojiye, taşlara,büyülere,büyücülüğe, cadılığa ve bu tür şeylere dayanan Arap Tıbbının, İslamiyetin gelişinden sonra bugün modern tıpla baş edebilecek kadar kuvvetli bir tıp haline geldiğini söyler.(10)
Bilgin Muhammed Birem El Hamisin söylediğine göre kitabında, İmam Ebu Hanife ve diğer doktorların, dini kurallara göre, içinde doktor olmayan bir ülkede ya da şehirde oturulamayacağını söylemiştir. Arap kültüründe bir şehir ancak içinde yetkin bir doktor, akan bir su, adil bir hakim ve aktif bir pazar varsa yaşanabilir.(10)
Müslüman toplumunda enteresan olan başka bir şey de hastanın hiçbir şekilde toplumdan ayrılmamasıdır. Bir hastaya ziyaret yapmak,özellikle peygamber tarafından en çok tavsiye edilmiş şeydir. Ancak hasta ziyaretlerinin de adab-ı ziyaret denen bazı kurallara bağlandığı bilinmektedir. Peygamber; bu ziyaretler kısa süreli ve hastanın moralini yükseltecek şekilde olmalıdır. Eğer ona yaşamla ilgili bir umut vermiyorsanız hiç gitmeyin, bu belki onun kaderini değiştirmeyecektir ama morali üzerinde son derece olumlu bir etki bırakacaktırdemiştir.
İbn-i Abbas der ki; peygamber kendisi bir hastaya gittiği zaman neden sıkıntısı olduğunu sorardı,nasıl hissettiğini sorardı ve ne yemek istediğini sorardı sonra elini hastanın alnına kor,bazen de kalbinin üstüne kor ve onun için dua ederdi ,ona bir ilaç yazardı. Ayrıca, hastanın her istediğinin etrafındakiler tarafından yapılmasını ve ona durumu müsait olduğu kadarıyla istediği şeyi yemesini sağlamalarını isterdi.İslam geleneğine göre hastalık, günahlardan arınmanın Tanrı tarafından lütfedilen bir şekliydi. Ebu Hureyrenin söylediğine göre , herhangi bir müslümanı etkileyen kronik bir hastalık, yorgunluk, endişe, üzüntü, ağrı en ufak bir iğne batmasına kadar olabilecek her türlü fiziksel rahatsızlık onun bütün günahlarını azaltır.Bir iğne batmasından çok çok daha önemli bir hastalığa kadar herhangi bir hastalığı geçiren her bir Müslüman Tanrı tarafından affedilir ve günahları bir ağacın yaprakları gibi düşer gider.(10)
Şu da önemli bir konudur; peygamber, duaların, namazın psikoterapik amaçlı kullanılmasını istemiştir. Bugün de bunlar kabul edilmektedir ve tamamen organik olan hastalıkların dua edenlerde etmeyenlere göre çok daha çabuk ve tamamen geçtiğine dair çok önemli araştırmalar ve bilimsel sonuçlar vardır. İnançlı bir müslüman için, iyileşme prosesi dua ile sağlanan bir rahatlık ve sakinlik hali ile tetiklenmektedir. (10)
İslam bize daima en iyiye doğru gitmemizi söyler: 39.surede şöyle bir söz vardır.
Kullarıma iyi haberi ver, önce bilgiyi dinleyen sonra onu izleyen ve onun içindeki en iyiyi bulup onu izleyen kullarıma müjdeyi ver.İşte akıllı olanlar onlardır.
Bu tür eğilim,batıda ancak 19.yüzyıl düşünürleriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Daha önce böyle bir felsefe sistemi ortada yoktu. Böylece bilimsel metodolojiyi öneren gözlem ve hipotezin oluşturulması ve sonra bu hipotezlerin deneylerle doğrulanması üzerine kurulu olan 19.yüzyıl ve sonraki düşünce sistemi ve bilimsel metodlar çok uzun zaman önce Kuranda verilmiştir. Bir sürü ayet bizi önce gözleme yönlendirir, daha sonra düşünceye ve hipotezin oluşturulmasına ve daha sonra da deneyimlemeye. Bu zaten modern bilimin insanının yöntemidir.
Afif Abdel Fattah Tabbaranın Ruh Asala ve Fi El İslâm,yani İslâmda Duanın Anlamı adlı eserinde şöyle demiştir. Artık dinin kökenini anlayabilir ve ona bir tanım verebiliriz. Bu bilinmeyen ve kaderimizin elinde olduğunu hissettiğimiz güçle bizim aramızda, özellikle zor zamanlarımızda kurulan bağdır. Demek ki dua,eylem halindeki dindir, ya da gerçek dindirdemiştir. (10)
Aynen hata-yogadaki asanaya benzer şekilde bir rekat stereotip hareketlerin zincirleme şekilde tekrarlanmasıdır. Önce ayakta durulur,sonra alın hizasına kollar kaldırılır,sonra bunlar Allahın ismi söylenerek iki yana bırakılır. Böylece duanın başlangıcı yapılır. Kuranın birinci suresi olan Fatiha okunur ve başka bazı sureler okunur ve nihayet vücut kafesinin öne doğru eğimi ile oturulur dizlerin üstüne konur,sonra öne eğilinip alın öne yere konur. Tekrar geri oturur pozisyona geçilir,sonra tekrar ayağa kalkılır. Ayrıca bütün bu hareketler sırasında ve sonrasında söylenmesi gereken duaların formülleri vardır. Yavaş yavaş yapılan bu hareketler tamamen yumuşak ve ritmik olmalıdır. Sonuçta bu hareketler inanan bir müslüman tarafından her gün 20 rekat yapılmaktadır.
Bir Amerikan üniversitesinde nörolog olan Dr.Fares Azoni de Müslümanların namazının, vücuda getirdiği, özellikle omuriliğe getirdiği kas rahatlaması ve gevşemesi ile ilgili (özellikle bu namaz küçük yaşlardan itibaren yapılıyorsa) faydaları üzerine makaleler yazmıştır. Ayrıca omurga kaslarına dair zayıflıklardan oluşan hastalıklara karşı bir koruma oluşturmaktadır. Şu şekilde bir hadis vardır. Son yargı gününde Allah, omuriliğini duaları sırasında dümdüz tutmayan kullarına bakmayacaktır demektedir. Burda eğer bir karşılaştırma yapacak olursak,bu bütün hata-yoganın ana kavramıdır.
Demek ki omuriliğin bütün organizma üzerinde çok büyük bir önemi olduğu bugün bilinmekle birlikte o gün de dualara ve namaza konulan hareketlerle belirlendiği görülmektedir.
Duaların terapötik etkileri de vardır. Örneğin,mucize iyileşmeler gibi. Çünkü insan sadece bir vücut değil,bir zihin ve ruhtan oluştuğu ve bunun tamamının bir psikosomatik bir birleşim olduğu yani üç bileşenden meydana gelen toplam bir organizma olduğu bilinmektedir. Bileşenlerden her birinin kendine özgü ihtiyaçları vardır. Nasıl ki fiziksel vücudun gıdaya,harekete ihtiyacı varsa,zihinsel bölümün entelektüel ihtiyaçları varsa, ruhi bölümün de yaşamını ve gıdasını duadan aldığı Carrel tarafından söylenmiştir. Ayrıca tıpla ilgili olan herkes Louidesa gönderilen ve büromedikal arşivlerinde gözlemleri bulunan hasta kayıtlarını inceleyebilir.Sonuçta,bu incelemelerin sonucunda, tıp akademisinin tıp ve din komitesi New Yorkta Frederick Petersanın başkanlığında şu kanıya varmıştır. Lourdesa bir üyesini göndermek ve olan olayları incelemek istemiştir. Sonuçta tıbbın getirdiği bütün faydalarla birlikte duanın mucize iyileşmelere neden olduğu ya da tıbbın getireceği iyileşmeyi hızlandırdığı bir sürü bilim adamı tarafından belirtilmiştir. (10)
ORUCUN TANIMI:
İki çeşit oruç tanımlanmıştır. Biri dini oruç,diğeri hijyenist ya da deneysel oruç. Dini oruç dediğimiz zaman İslamdaki oruçtan bahsediyoruz. Bu tamamen sakinlik, hareketsizlik, dinlenme ve denge konumunda bazı şeylerden mahrum kalmaktır. Aynı zamanda belirli bir sürede bazı şeyleri yemez içmezken kişinin,kötü kelimeler telaffuz etmemesi ve kötü davranışlarda bulunmaması gerekmektedir. Eğer birisi onunla kavga etmeye çalışırsa ya da hakaret ederse,ona ben oruçluyum diye cevap vermelidir. Bu yeme ve içmenin gün ışığı olduğu sürece kesilmesi olayı, hiçbir şekilde kendini yalandan ve yapaylıktan alıkoymayan kişiye verilmemiştir. Burdan da anlaşılacağı gibi oruç tutan bir müslümanın sadece fizik olaylı değil,zihinsel, etik,duygusal ve ruhsal alanda da kendini düzeltmesi gerekmektedir. Çünkü İslam insanı bir bütün yani psikosomatik bir bütünlük olarak ele almaktadır. Bu da günümüzde olması gereken tıbbi yaklaşımın özüdür.(10)
ORUCUN TIBBİ ETKİLERİ
Peygamberin dediğine göre oruç,organizmayı yeniden yapılandırmaya ve daha iyi bir sağlığa götürmektedir. Şöyle demiştir peygamberimiz; oruç tutunuz,sağlığınız iyileşecektir. Bu demektir ki oruç,sağlıklı bir organizma için olduğu kadar hasta bir organizma için de geçerlidir.
Upton Sinclair de aynı anlamda şöyle demiştir.(10) Oruç bize yeni bir sağlık seviyesi vermektedir. Hem yaşlılar yenilenir,organizmaları tamir olur, organizmaları iyileşir. Shelton bunu böyle bildirmiştir. İnsan vücudundaki bir sürü yumuşak doku oruç sırasında kilo kaybeder. Fakat oruç sırasında bütün kaynaklar harcanmaz,biyolojik açıdan en önemli olan organlar önem sırasına göre beslenir. Önce yağ kaybolur,sonra diğer dokular kendi yararlılık derecelerine göre kaybolurlar. Ama en önemli ana dokular kendi gıdalarını otoliz sayesinde elde ederler. Böylece organizma rezervlerinin üzerinden yaşar ve bütün organlar kendi ana yapı maddelerini kalbin ve genel iç dengenin korunması için harcarlar.
Ayrıca oruç bütün organlara fizyolojik bir dinlenme dönemi sağlar. Oruç sırasında metabolizma ¼ ila 2/5 oranında yavaşlar. Sağlıklı oruç tutan kişide lökositlerin azaldığı ve bazı anemi vakalarının düzeldiği görülmüştür. Şikagoda yapılan bir araştırmada Dr. Tilden şöyle söylemiştir.(10) Pernisyöz anemi vakalarında eğer gıda kesilirse, beslenmeleri azalırsa bu hücrelerin sayısı bir haftada artacaktır, ikiye katlanacaktır.
Oruç Asidoza Neden Olur Mu?
Dr.Weger,orucun başında ortaya çıkacak bazı semptomların asidoza benzediğini söylemektedir. Bunlar yorgunluk,ağız mukozasında kızarma,bacaklarda veya sırtta ağrılar,bazen uykusuzluk ve nefeste meyvamsı bir koku. Fakat Dr.Weger bunları fizyolojik olarak kabul etmektedir ve orucun asidoza sebep olamıyacağını ,çünkü pletorik kişilerde asidozun daha çok olduğunu söylemektedir.(10)
Dr.Hang da şöyle söylemektedir.(10)Tedavi amaçlı yapılan oruç hiçbir zaman asidite oluşturmaz,bunun aksine eğer varsa asidoz durumunu yok eder.
Sheltona göre orucun deride etkileri şöyle olur. Derinin pembe renk ve ince dokusu, oruç sırasında derinin maruz kaldığı gençleşme olayının bir sonucudur. Lekeler ve bozukluklar kaybolur ve ince derideki çizgiler ortadan kalkar,bu derideki iyileşme de vücudun içerisindeki iyileşmenin bir yansımasıdır.(10)
Margulise göre solunum ve esas önemli olan organların fonksiyonu oruç sırasında iyileşmektedir. Sheltona göre en çok akciğerler oruçtan fayda görmektedir,bu da tüberküloz gibi bazı hastalıkların gıdadan mahrum kalınan dönemlerde düzelmesi ile doğrulanmaktadır.(10)
Mide ve sindirim sistemi üzerinde de orucun önemli faydaları var. Midenin normal fonksiyonlarının azalmasıyla birlikte kuvvetlenmesi,dinlenmesi, kaslarının,hatta salgı bezlerinin yenilenmesi söz konusudur.
Sinir sistemine gelince,oruç sırasında omurilik,beyin ve sinirler vücut fonksiyonlarını kontrol etme yeteneklerini çok daha iyi bir şekilde yaparlar. Çünkü normal bir şekilde beslenirler ve beyinde ve omurilikte hiçbir yapısal değişiklik meydana gelmez. Bunun yerine bir sürü felç, nevrit, nevralji, epilepsi vakasında iyileşmeler görülmüştür. Bunlar, Dr.Rabagliati tarafından açıklanmıştır.(10) Ve bu kendi tedavi yönteminin de temelini oluşturmaktadır.
Orta çağda ve hatta daha sonraki dönemlerde üreme konusunun etrafında bir sürü batıl inanç ve mit vardı. Başka nasıl olabilirdi ki,o kadar karışık tıbbi mekanizmalara sahip ki, insanın anatomiyi ,mikroskobu ve diğer tüm bilgileri keşfetmesi gerekirdi.
Ancak,Kuranda bir sürü yerde insanın yaratılışı,kökeni ve embriyonik gelişimleriyle ilgili,anne uterusunda uğradığı değişikliklerle ilgili, hamilelikle,doğumla ilgili yani büyük filojenez ve ontogenez fazlarını anlatan, tarif eden bilgiler bulunmaktadır. Bu konuyu Dr.Maurice Bucaille, harika eseri; İncil,Kur-an ve Bilim adlı kitabında şu kelimelerle anlatmıştır:(10)
Üreme,bütün antik eserlerin,eski insanlığın ayrıntılarına girdiği ve devamlı olarak incelediği ve kaçınılmaz olarak bir sürü hatalı kavramlara kapıldığı bir konudur.
Muhammed Ali Kureyş-i Cinanın, geçtiğimiz son 20 yıl içinde yaptığı gözlemlere göre bütün dini,milli,politik farklılıklar, düşünce farklılıkları,kıskançlıklar,kin,nefretin hepsi cahilliğe, tamamen önyargıya ve ilgisizliğe dayanmaktadır. Cinaya göre, sadece İslam ülkeleri bu tür hastalıklardan muzdarip değildir. Gelişmiş ve medeni dediğimiz ülkelerde de bu komik sendromun kurbanları çoktur. Bunun en üzücü tarafı, hangi ülkeyse o ülkedeki eğitimli ve aydın sınıfın diğerlerine göre daha fazla bu sendroma kurban oldukları görülmektedir. Sebebi bilinmeyen ve travmatik cahillik kompleksi içinde ırk üstünlüğü düşünceleriyle, din farklılıklarıyla o kadar büyük bir kötülük oluşturulmuştur ki farklı kültürlerdeki çok önemli eserlerin,düşünürlerin, keşiflerin ,buluşların diğer kültürlere aktarılması dahi bu amaçla durdurulmuştur.(12)
Eğer tarihe bakarsak; Hristiyan Batıda Arap Tıbbı büyük bir çıkış göstermiş ve bu dünyaya tamamen hakim olmuştur. İslam ordularının Hristiyan Batıya yürümelerinden önce,Batıda herhangi bir okul ve üniversite yoktu ve özellikle herhangi bir bilgiyi öğrenmek ve öğretmek tamamen yasaklanmıştı. Din adamları,papazlar ve hatta papa bile herhangi bir bilgiye sahip değildi ve tamamen cahildiler. Bugün 20.yyda bulunan üniversitelerin hiçbiri, buna Cambridge de dahil olmak üzere yoktu. Ancak Cambridge Üniversitesinin 7.yyda var olduğunu iddia eden bazı fanatik cahiller vardır fakat maalesef fanatizmin varlığı tarihi gerçekleri örtemez. Quiller Couchun (12)söylediğine göre bu üniversitelerin nasıl başladığı bilinmemektedir. Ama Oxford ve Cambridgein nasıl kurulduğunu nispeten biliyoruz. Bu profesör hangi konuların eğitiminin hangi yıl başladığını araştırıp yazarken şunu söylemiştir.1620 yılında Cambridgede Arap Edebiyatı enstitüsü kurulmuş,anatomi kürsüsü ise ancak 1720 yılında kurulmuştur. Eğer bir bilgi akımı vardıysa da bunların da çoğunun sahipleri müslüman adlarıdır ve bu bilgilerin tohumları o zaman müslüman olan İspanya üniversitelerinden gelmişti. Bunların Batıdaki temsilcisi de Montpellier Üniversitesiydi. Cambridge üniversitesinin başlangıcında Montpellier Üniversitesindeki öğretmenler Arap, ya da Arap Yahudilerdi ve öğrenciler de Araptı. Müslümanların bilim ve sanatı, onlar batıya gelmeden evvel Hristiyan Batıda hiçbir şekilde bilinmiyordu. Bilim ve sanat yoktu. Bu tarihi gerçek Batılı tarihçilerin bilgileri kullanılarak bildirilmiştir.
S.P.Scot bildirmiştir ki;(12) modern bilim hiç kuşkusuz her şeyini Arap dehalarına borçludur ve modern bilim ve araştırma metodları ve ruhu açısından 12.asır Arap filozoflarına çok şey borçludur.Toledolu Al-Zarkal ilk defa Eliptikal Orbitin varlığından bahsetmiştir.(12) Abdul Hasan Ali çok uzun mesafelere yayılan gözlemleri sonucunda kutuplarla ilgili ve merkürün hareketleriyle ve güneşin hareketleriyle ilgili önemli bilgiler vermiştir. Tanjant hesapları için İbn Cunisin formüllerini devamlı olarak kullanmışlardır ve bunlar yayınlandıktan tam 600 sene sonra dahi tanjant ve sekant formüllerinin varlığı Batıda bilinmemektedir.El Hazennin keşifleri optik konusunda çok çok önemlidir. Belki de Orta Çağda Hristiyan ülkelerle Batıda İslami olan bölgeleri karşılaştırmak akıllıca olacaktır.
Roger Bacon (12) isimli bir papaz 1240lı yıllarda Oxfordda eğitim gördükten sonra Parise gelmiştir. İtalyayı da ziyaret etmiş ve İslam ile ilgili çalışmalar yapmıştır. 1267 yılında yazdığı kitabında son 20 yılda gizli kitaplara ve aletlere 20000 pounddan fazla harcadığını Yahudi dilini ve Arapçayı öğrendiğini söylemiştir. Fakat maalesef günümüzde bazı fanatikler Roger Baconın Arap etkisinden kurtulmuş ilk Avrupalı olduğunu söylerler. Bu egoist iddia hiçbir şekilde temelli değildir. Tam tersine Roger Bacon tamamen Arap etkisi altındaydı. (12)
Scott,(12) Avrupalı Müslümanların tarım alanında ve tarımsal endüstride nasıl ilerlediklerini anlatan kitap yazmıştır.Aynı zamanda Müslümanların mühendislik yeteneklerinin ve başarılarının da ayrıntılı bilgilerini vermiştir.
İslam-Arap tıbbına hak ettiği değer zamanımızda ve umarız ki gelecekte verilecektir.
Arap İslâm Tıbbında tarihi olarak 4 dönem olduğu varsayılıyor. Doğrusu iki ana bölüm düşünebiliriz. Birincisi,İslâmın kuruluşundan başlayarak altın çağa kadar,diğer bölümü de altın çağdan bu tıbbın unutulmasına,ya da üzerinin örtülmesine kadar sürer. 1258de Moğolların Bağdatı almasından sonra İtalyan Rönesansı gelir. Daha sonra da 18.yya kadar bir düşüşe geçilir. Günümüze daha yakın çağlarda da tekrar modern Arap İslam ülkelerinde eski Arap Tıbbının canlanması vardır.
İlk dönem 7.asırdan 11.asıra kadar sürer. Bu dönemde halifelerin çevresinde bir çeviri furyası başlamıştır. Bütün antik eserler çevrilmekte, üzerinde yorumlar yapılmakta ve özümsenmekteydi. Bu Yunan Tıbbının ,Suriye,İran ve Hint Tıbbının İslama uyarlanmasıdır. Peygamber zaten teolojinin yanına en önemli iki bilimden biri olarak tıbbı yerleştirmişti ve o andan itibaren tıbba gösterilen ilginin sebebi buna bağlıdır.
İslamın çok erken devirlerinde Mısırın ele geçirilmesi, İskenderiyedeki meşhur okul ile ilişkiye geçilmesini sağlamıştır. Bu ekolun bilimsel dogmasını oluşturan Gaylenin (13) 16 kitabı çevrilmiş ve üzerinde yorumlar yapılmıştır. Emevi halifelerin muhteşem hükümdarlığı sırasında Semerkanta ve Anadoluya kadar imparatorluk genişlemiştir. Ama Arap İslam Tıbbının esas altın çağı 750 ile 800 yılları arasında başlar. Bu Abbasi halifelerinin Bağdatta hüküm sürdüğü zamandır ki bu Abbasi halifelerinin en meşhuru Harun Reşit El Mansur ve özellikle 7. halife olan El Mamundur. Bunlar bilimi müthiş bir toleransla sonuna kadar desteklemişlerdir. O zaman bölgede bulunan Ortodox dindarlar, bilime karşı oldukları için,El Mamunun inananların kumandanı şeklindeki lakabını,inançsızların kumandanı olarak değiştirmekten de çekinmemişlerdir.
Gerçekten de ilk Abbasi halifeleri büyük bir heyecanla eski antik bilimlerin incelenmesine giriştiler. Çok önemli Yunan el yazması eserleri satın aldılar,ya da istilâ ettikleri yerlerden kaldırdıkları ve Beyit El Hikme denilen kraliyet kütüphanesinde bunların hepsini korudular. Arapçaya çevirttiler ve böylece saraydaki bütün bilim adamları bunlardan yararlanabildi. 9.asrın sonunda Hipokrat ve Bizanstaki tıpla ilgili bilgilerin tamamı Arapçaya çevrilmişti. Bu dönem boyunca Doğuda Gazneliler, Abbasiler, Fatimiler, Selçuklular hüküm sürmüştür. En büyük Arap doktorlarının yetiştiği,tıp adına en önemli gözlemlerin yapıldığı dönemdir. İslam medeniyetinin en parlak zamanıdır. Çok büyük ilerlemeler kaydedilmiştir.(Özellikle astronomi,felsefe,matematik,fizik,kimya ve tabi ki tıp alanında). Bu sefer de Arap-İslam Tıbbıyla ilgili eserler Batıda Arapçadan Latinceye ve Yahudi diline çevrilmiş,bu 13.yya kadar sürmüştür.
İbni Sînânın,El Biruninin,El Gazalinin,İranda ve Hindistanda El Gorgani,Hasan İbni El Haytam,İbn-i Rıdvan,Ammar El Mansuli,Mısırda İbn-i Butlan gibi insanların son derece önemli eserler verdiği ve tanındığı,eserlerinin Arapçadan Latinceye çevrildiği bir dönemdir.(13)
Bu dönemin yetiştirdiği en büyük bilim adamlarından olan İbni Sînâ, o dönemde kendi hayatını yazdırdığı için hakkında en çok bilgiye ulaşabildiğimiz kişidir.
İlk eğitimini babasından, daha sonra ünlü bilgin Natiliden almış ve İsmail Zahitten geometri ve mantık dersleri almıştır. Ptolemaiosun yapıtlarını okuyarak coğrafya; Eukleidesin eserlerini araştırarak geometri, Farabinin El-İbane adlı eserinden yararlanarak Aristo felsefesini öğrenmiş, ayrıca mantık, tıp, biyoloji, dini bilimler üzerine eğilmiştir. Tıp alanında hem okuyarak, hem de hasta tedavi ederek kendisini geliştirmiştir.
İbni Sînâ 17 yaşında iken, hastalanan Buhara prensini yaptığı tedavi ile iyileştirince, Buhara sarayı kütüphanesinden faydalanma olanağına kavuşmuştur. Sonradan Buharadan ayrılarak, Harezm ve Horasan çevresindeki kent merkezlerini dolaşmıştır.
Tıbbın Kanunu(el-kanun fittıb) altı yüzyıl Asya ve Avrupada tıp fakültelerinde okutulmuştur. Batıda Avicenna olarak anılmıştır. Yazdığı bitkisel özler ve diğer organik karışımlardan altmış kadarı 1920 yılında İngiliz ilaç endeksine girmiştir.
240 tanesi hala korunmakta olan 450 çalışması bulunan İbni Sînâ sadece tıp alanında değil, astronomi (yıldızların koordinatlarını izlemek için bir alet icat etmiştir) ve fiziğin (ışığın belli bir hızla yol aldığını belirtmiştir) de aralarında olduğu pek çok bilim alanında eserleri bulunmaktadır.(14)
İranlılar kendisinin Buhara ve Hemedanda yaşadığı için İranlı; Araplar eserlerini Arapça yazdığı için kendisini Arap kabul etmişlerdir. Oysa ailesinin kökenini aldığı ve yaşadığı yer olan Belh, zamanında Türklere ait bir yerleşim yeri olup, kendisi de ana tarafından Türk soyundan geldiğini ifade etmiştir.
Tıp ilmine dair araştırmaları son derece orijinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyla, 600 yıl, hükmetmiştir. Kendisinden sonra yetişen Gazâli, Farabîyi ondan öğrenmiştir. Düşünce ve anlayış bakımından İbni Sînâ, Farabî ile İmam Gazâlî arasında bir köprü vazifesi görür. Yunan felsefesini İslam ilmi olan Kelâm ile, yani Tanrı bilgisiyle bağdaştırmaya uğraşmıştır.
İbni Sînânın Kanûn adlı eseri XII. yüzyılda Latinceye çevrildi ve Batı tıp aleminde bir patlama tesiri yaptı.Çağın Fransasının en meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Lauvain Üniversitelerinin temel kitabı Kanûn oldu. Durum XVII. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-i Sina, 700 yıl Avrupanın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesinin kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbni Sînânın Kanûnu yer almıştır.
Bugün hala Paris Üniversitesinin tıp fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki Müslüman doktorun duvara asılı büyük boy portresiyle karşılaşırlar. Bu iki portre, İbni Sînâ ve er-Raziye aittir.(14)
Tarihi çok eski Türk Tababeti içinde ,meslek esaslarına oturtulmuş ve buna göre tayin edilmiş damarları tespit ve tarif etme işlemi ve bu damarlar üzerinde cerrahi uygulamaları izah gayretleri sıhhatli bir şekilde görülmektedir. Nitekim,kan alınacak damarlar risalesi ile konuya önem veren,damarların yerlerini,uygulanacak metodları, işlem öncesi ve sonrası ortaya çıkabilecek gerekli tedbirleri açık ve bilimsel bir çerçeve içinde hazırlayan İbni Sînâ, bu konuda bizim için en veciz örnektir.
Aşağı-yukarı 10 asır evvel İbni Sînâ tarafından hazırlanan kan alınacak damarlar risalesi, ilgili damarların izahı ile birlikte,kan alınış şekilleri,bu işlem sırasında dikkat edilecek hususlar,kullanılacak ilâçlar,sterilizasyon ve pansuman ve diğer birtakım bilgileri de ihtiva etmektedir. Adı geçen risalede;kırkı aşkın damardan bahsedilmektedir ki,bunların büyük kısmı toplardamar(ven),birkaç tanesi ise atardamar (arter)dir.
Damarlar Arapça isimleri ile verilmekte ve açıklamalar da yine Arapça olarak yapılmaktadır. Esasen; Türk Tıp literatüründe Anatomi terimlerinin Arapça ve Farsçadan kurtulup, bu bilim dalının uluslararası lisanı olan Latinceye dönüşü daha çok kısa zaman evveline rastlar.
Müderris Hazmi (Tura) tarafından Türkçeye çevrilen,Ord.Prof.Dr.Süheyl ÜNVER tarafından 1937 yılında yayımlanan makalenin, bugün Süleymaniye Kütüphanesinde bulunan mevcut orjinaliyle karşılaştırıldıktan sonra elde edilen bilgiler neticesinde; İbni Sînânın o zamanlar yaptığı tariflerin zamanımıza göre fevkalade doğru olduğu görülmektedir.
12.yydan sonra Mezopotamyadaki tıbbi ekoller yavaş yavaş düşüşe geçmiştir. Ama İspanyadaki Müslümanların oluşturduğu tıp okulları hâlâ parlamaya devam etmektedir. Bu dönemde Mısır önemli bir bilim merkezi haline gelmiştir. Bu Moğol istilasına kadar sürmüştür. Bu dönemi karakterize eden en önemli olay Arapça yazılmış eserlerin, Batıda kendi dillerine çevrilmesidir. Böylece İslâm biliminin dünyada Batıya doğru kayma eylemi başlamıştır. Diğer tarafta İspanyada da bu Arap Tıbbının edebi zenginliğine kapılan bir sürü batılı kişi olmuştur. Bunlardan bir tanesi Toledoya giden Gerard Cremonedur.(13) 12.asırda Toledo ya gitmiştir ve Arapçadan Latinceye çeviri yapanların en verimli çalışanıdır. Arapların her türlü konuda bilimle ve ilimle ilgili her türlü kitapları gördükten sonra Latin alfabesini ve eserlerini fakir bulmuş ve Arap alfabesini ve dilini öğrenmiş,kendisini de çevirilere vermiştir. 17 tane geometri,12 tane astronomi kitabı, 11 tane felsefe kitabı, 21 tane tıp kitabı, 3 tane de kimya kitabı çevirmiştir. Toplam 71 eserin tercümanı olmuştur.İşte bu asırlarda bilimin ve düşüncenin yolculuğu Akdenizi aşmış ve Avrupaya yayılmıştır. Dolayısıyla Platonla Spinozanın arasında her zaman bir Farabi,Aristo ile Dantenin arasında her zaman bir Avicenne olacaktır.(13)
Tabi ki Galien ile Harwey arasında muhakkak ki bir İbni El Fisin,Hipokratla Sydenhamın arasında ve Boerhaeveın arasında her zaman İbni Sînânın ya da Rhazenin isimleri geçecektir. 10.yy başlarında ,Sinan İbni Thabet Bağdatta cerrahinin prensipleri belirlenmiştir ve 1163te berberlerin ve şarlatanların tıp uygulaması yasaklanmıştır.
Bağdatta 750 yılında açılan ilk halka açık eczanesinden sonra Pariste 1180 de ilk halka açık eczane açılana kadar 4 asır beklemek gerekmiştir.
Tıp tarihinde bu parlak dönemi üçüncü dönem izler. Bu 14.yydan 17.yya kadar sürmüştür. İslamın Orta Çağıdır. Ara sıra bazı parlak hareketler ve bilimsel buluşlar olsa da İslam biliminin yavaş yavaş karanlığa gömüldüğü dönemdir. Bu dönemde Bağdatın Moğollar tarafından fethi bu karanlık dönemin gerçekleşmesinde etkili olmuştur. Bu dönemde bazı parlak keşifler olmuştur. William Harweyden tam 3 asır önce 13.yyda Kahirede bazı ansiklopediler ortaya çıkmıştır ve yine bu dönemde Şamda İbni Nafis tarafından akciğer dolaşımı bulunmuştur.(13)
Bu dönemde yaşamış en önemli doktor ve çevirmenlerden birisi,halife El Mamun ve El Mütevekkil zamanında yaşamış olan İbn İsak El İbadidir. Kendisi o kadar ünlü olmuştur ki İslâmdaki en büyük bilgin olarak isimlendirilmiştir. Yaptığı işlere ücretler altınlarla ödenmiştir.Kendisi Yuhanna İbn Al Massawaih adındaki doktor tarafından yetiştirilmiştir. Arap Tıbbındaki terimlerin babası olarak kabul edilir. Bu terimlerin hepsini belirlemiş, prensiplerini koymuş, anlamlandırmıştır.
Honayn denen bilim adamı Yunanca öğrenmiş ve bir sürü el yazmasını Arapçaya kazandırmıştır. Platon ve Aristonun eserlerinin çoğunu ve başka Yunan klasiklerini çevirmiştir. Ayrıca Hipokrat,Galien ve Dioscoride isimli hekimlerin eserlerini Arapçaya kazandırmıştır. Bütün bu çevirmenler arasında şüphesiz ki Honayn en verimli çalışandır. Genelde tercümeler Yunancadan önce Suriye diline, oradan da Arapçaya çevrilmiştir. Hipocratesın en önemli 10 eserinden 7 si bu kişi tarafından çevrilmiş ve yorumlanmıştır. Diğer kalan 3ü de onun talebesi Sinan Yahya tarafından ve onun da talebesi olan Hobaych tarafından kaleme alınmıştır. Hobaych aynı zamanda Galienin 16 kitabını da çevirmiştir. Honaynin çeviri tekniği bugünün filoloji tekniğine tamamen uymaktadır. Çevirilerinde hiçbir değişiklik yapmadığını,çevirileri yaparken bir sürü başka kaynakları araştırarak en doğru terimi bulduğunu söylemektedir. Dolayısıyla bu çeviriler sırasında İslam Arap Tıbbının teknik terimleri de oluşturulmuştur.(13)
Dolayısıyla anlıyoruz ki 19.asırda bütün Müslümanlar için hangi ırka dahil olurlarsa olsunlar,dil Arapçaydı. Çünkü Arapça, sadece dinin değil,bilimin,diplomasinin,sosyal ilişkilerin de diliydi. Bu nedenledir ki bütün eserler bu asırda Arapçaya çevrildi.
Lucien Leclercin(13) söylediğine göre 19. asırda Araplar bütün eski Yunan Medeniyetinin eserlerini en birinci sınıf bilginler tarafından çevrilmiş olarak ellerinde bulundurmaktaydılar. Hipocrates ve Galienden başka Arapların en çok tercih ettiği tıp adamları;Ephese Rufus,Oribase,Paul Degine,Alexsandre De Tralles ve Dioscoride idi. Ama bütün bu antik çağ doktorları arasında en çok Galien tercih edilmiştir. Bunun sebebinin de özellikle Müslümanlar tarafından bu kişinin inancının ve tek bir Allaha inanmasının önemli olması ve de ayrıca çok büyük bir bilim adamı olmasıdır.
Osmanlı Tıbbında,insan bedeni ve onun hastalıkları anlatılırken insan, içinde olduğu dünya ve onun içinde bulunduğu evren ile birlikte düşünülür. Evrenin bir parçası olan içinde yaşadığımız dünyada var olan her şey, dört temel unsurdan meydana gelmiştir. Bunlar; toprak,ateş,hava ve sudur. Bu dört unsur değişmez ve vazgeçilmezdir. Bu alemdeki her şey bu dört temel unsurun belli oranlarda karışıp birleşmesiyle oluşmuştur. Onun için bu dünyadaki cansızlar,canlılar ve tabidir ki insan da bu dört temel unsurdan meydana gelmiştir.
Osmanlı Tıbbında kabul edilen bir diğer temel prensip nitelikler dir. Bu alemde var olan her şey dört temel nitelik e sahiptir. Temel nitelikler; sıcaklık,soğukluk,nemlilik ve kuruluktur. Osmanlıca terimiyle dört nitelik; sıcak (hâr),soğuk (barid) burudet,kuru (yabis) yubuset, nemli (ratıb) rutubettir. Bu alemi meydana getiren dört temel unsurda da bu nitelikler vardır. Hava sıcak ve nemli,ateş sıcak ve kuru,su soğuk ve nemli, toprak soğuk ve kuru niteliklere sahiptir. Beden ve içindeki her organ da bu niteliklere sahiptir. Osmanlı hekimi bu dört unsur ve dört nitelik prensiplerini tartışılmaz temel prensipler olarak kabul eder.(16)
İnsan bedeni de onu meydana getiren organlar da bu temel unsurlardan belli oranlarda karışarak meydana gelmişlerdir. Aralarındaki farklılık karışımlardaki orandadır. Bu yüzden her organ farklıdır ve yapısındaki farklılıkların sahip olduğu nitelikleri taşırlar. Bu sebepten organlar da farklı niteliklere sahiptir. Örneğin; kalp ve karaciğer sıcak,beyin ve kemikler soğuk,omurilik ve akciğerler nemli, kıllar kuru niteliğe sahiptir.
Dört sıvı olan kan,balgam,sevda ve safra şöyle meydana gelir;besin maddesi ağızda çiğnendiğinde ısı ve tükürükle pişip sindirilir,buna birinci hazım denir. Besinler ağızdan mideye gider ve sıcaklık ve maddelerle bir sindirim de orada olur. Burada besin maddeleri arpa suyuna benzer bir hal almıştır. Buna ikinci hazım yahut keylus denir. Buradan hazım olunanların bir kısmı bağırsaklara gidip en safı orada emilir,fazlası bağırsaklardan defedilir. Bir kısmı da oradan karaciğere gider,karaciğerdeki üçüncü sindirimdir. Bütün bu sindirilenler karaciğerde pişer,kanda köpük yapan safra olur, kanda tortu yapan sevda (kara safra) olur,kandaki pişmemiş kısım balgamdır,tamamen pişmiş olanı ise kan olur. Kanın merkezi kalp ve karaciğer,sevdanın merkezi ise dalak ve midedir. İnsan sağlığı için çok önemli olan bu dört temel sıvı da belli niteliklerdedir. Kan;sıcak ve nemli,balgam;soğuk ve nemli,safra;sıcak ve kuru,sevda;soğuk ve kuru niteliktedir.(16)
İnsan bedeni bu dört temel sıvının etkisi altındadır ve her insanda bu dört hılt bulunur fakat farklı oranlardadır. Çünkü insanlar yaratılırken bu dört sıvının salgılanma oranı farklı olarak yaratılmışlardır. Her insanda bu hıltlar farklılık taşısa da pratik olarak dört ana grupta toplanır. Bunlar; kan hıltı ağırlıklı olanlar,balgam,sevda ve safra hıltı ağırlıklı olanlardır. Osmanlı Tıbbında buna mizaç (yoğrulma) denir. Eğer bir insanda kan hıltı fazla ise ona demevi mizaçlı,balgam hıltı fazla ise balgami mizaçlı,sevda fazla ise sevdavi, safra fazla ise safravi mizaçlı insan denir.
Bu dört grup Osmanlı Tıbbında çok önemlidir. Hekim hastasına faydalı olmak,onu tedavi edebilmek için hastasının mizacını bilmek mecburiyetindedir.
İbnî Şerif de yazmış olduğu tıp kitabı Yâdigârda mizaçları tanımak için hekime yol gösterir. Eğer bir hastada kan hıltı fazla ise;yüzünün rengi kızıldır,bedeni sıcaktır,koldaki damarları hızlı atar, idrarı kızılımsı bir renktedir. Boyun damarları doludur,ağzının tadı tatlıdır,hacamat yerleri ve kan alınacak damarları kaşınır,gövdenin kızgınlığı hamamdan çıkan kişinin sıcaklığı gibidir. Ayrıca,soğuk havadan hoşlanır. Safra hıltı fazla olanlar; buğday renkli olur. Bedeni sıcak olup,damarları hızlı ve dolu atar. İdrarı sarı veya turuncu renginde olur. Kişinin ağzı acı ve susuzluk hissi fazladır. Sıtması çok sıcak ve yandırıcı olur. Sıtma belirmeden önce titrer. Balgam hıltı fazlalığının da belirtileri şunlardır; idrarı beyaz olur, bu gibi kişilerin benzi ak olur,semiz olur. Bedeni sıcak değildir,damarları ağır ağır hareket eder,yani hafif hafif atar. Hasta çok uyur ve tembel tembel hareket eder.
Sevda hıltı fazlalığının da belirtileri şunlardır. Bu kişilerin benzinin rengi koyu renkli ve donuk olur,parlaklığı olmayıp kara veya karaya meyleden bir renkte olur. Gövdesinde kıl az olup mizacı zayıf ve ince olur. Damarları hafif ve ağır atar,devamlı düşünceli ve kederli olur. Sevda maddesi genellikle ihtiyarlıkta ve sonbaharda fazlalaşır.(16)
Osmanlı hekimi,hastalığı teşhis ettiği zaman o hastalığın tedavisini o hastalığın mizacına göre yapar. O hastalığın ilacının demevi mizaçlı olanlar için ayrı formülü, balgami, sevdavi, safravi mizaçlılar için ayrı ayrı formülleri vardır. İbnî Şerif kitabında bunları şöyle özetlemiştir: Kan fazlalaşmışsa hastanın çok uykusu gelir,gerinir,esner,burnu kanar, gövdesinde çıbanlar çıkar. Safra fazlalaşmışsa ağzı acı olur,çok susar,uykusu gelmez, benzi sarı olur,iştahı olmaz. Balgam fazlalaşmışsa bedeni gevşer ve ağır olur,az susar,çok uyur ve gövdesi soğuk olur. Sevda fazlalaşmışsa gövde zayıf olur,rengi karasarı olur,midesi sıcak olup,uykusu gelmez ve fasid fikirler üretir.(16)
Osmanlı hekimi hastayı ve hastalığı tanıdıktan sonra tedaviye geçer ve burada bilinmesi gereken bir başka çok önemli husus ilaçların nitelikleridir (sıcak,soğuk,kuru ve nemli). Hastalığın tedavisi, dengesi bozulan hıltları azaltarak veya çoğaltarak dengeli hale getirmektir. Bu da o hıltın tersi etkisindeki ilaçlarla mümkündür. Bu sebeple her ilacın niteliklerini bilmek gerekir. Örnek olarak;safran ve defne sıcak ve kuru,sumak soğuk ve kuru,elma soğuk ve nemli niteliktedirler.
Genel olarak bu nitelikler bilinse de bunların dereceleri de bilinmelidir. Bu da günümüz modern tıbbına benim katmak istediğim kişiye özel ilâç + kişiye özel beslenme kavramının temelidir.
Bu konudaki en iyi derlemelerden biri hocamız Nil Sarının Cerrahiyetül-Haniyede Dağlama Yoluyla Mâl-i Hülyâ Tedavisi Ve Akupunktur Yöntemi İle Karşılaştırılması başlıklı makalesinde bulunur.(17)
Mâl-i hülyâ tıp tarihinde pek çok sözü edilen hastalıklardan biridir. Antik devre ve İslam dönemine ait bir çok tıp eserinde etraflıca anlatılan mâl-i hülyâ hastalığı Osmanlı tıp yazmalarında da önemli bir yer tutar.
Osmanlı tıbbında mâl-i hülyânın etyolojisi ve tedavisi hıltlar nazariyesine dayandırılır. Metinlerde tıp nazariyeleri ve klinik gözlemler iç içedir. En uzun mâl-i hülyâ bahsini 15.yüzyıl hekimlerinden Mukbilzade b.Mümînin Zahîre-i Muradiyesinde buluyoruz.
Osmanlıca tıp yazmalarında mâl-i hülyâ çok kere ,diğer hastalıklarda olduğu gibi, Esbâb, Alâmat ve İlâc adı altında üç bölümde incelenir. Sebep kısmı nispeten kısa tutulur,tedavi kısmına ise çok uzun yer verilir.
Mâl-i hülyânın ortaya çıkışı maddi sebeplere bağlanır. En önemli sebebi dimağda veya bütün bedende kara sevdanın artmasıdır. Sevdâ ruh-ı nefsanîyi bozar. Böylece organik bozuklukların psişik belirtilere sebep olduğu ifade edilir. Sevdaya diğer hıltların karışmasıyla mâl-i hülyânın belirtileri de değişir. Mizâcların mâl-i hülyâ üzerinde farklı tesirleri vardır. Mâl-i hülyâ sevdânın dimağda veya bedende toplandığı yere göre de farklı belirtilerle ortaya çıkar.(17)
Mâl-i hülyânın ana belirtileri korku,insandan kaçma,yalnızlığı sevme,daima kederli olma,sıkıntı,sabit fikirler,hezeyanlar,bozuk düşünceler ve hayallerdir. Örnek olarak verilen vakalar ele alındığında mâl-i hülyâyı bugünkü psikiyatrik hastalıklardan birine tıpatıp uydurmak güçtür. Çünkü melânkolinin önemli belirtilerinin yanı sıra paranoid ve şizofrenik reaksiyonlar da dikkati çeker. Fobik reaksiyonlar,çeşitli hezeyanlar,idrak bozuklukları ve bazı absürd vakalar ile bir arada incelendiğinde mâl-i hülyâ için bugünkü anlamada sadece melânkoli karşılığını vermek güçleşmektedir.
Mâl-i hülyâ meraki ve kutrubun ilâvesiyle bir hastalıklar grubunu meydana getirir.
Mâl-i hülyânın tedavisinin esası vücuttan sevda hıltının atılmasıdır. Bu nedenle önce sevda hıltını olgunlaştırıcı,dolayısıyla atılımını kolaylaştırıcı terkipler ile tedaviye başlanır. Bu arada gerekirse kan alınır.
Hıltının vücuttan atılmasına istiğfar yani boşaltma denir. Bu da kusturma,lavman yapma, kan alma ile gerçekleşir. Boşaltmada kullanılan çeşitli hap,macun,şerbet,süfüf vs. şeklinde terkipler vardır. Bunların genellikle esasını ilâç olarak kullanılan bitkiler teşkil eder.(17)
Diğer Osmanlıca tıp yazmalarındaki mâl-i hülyâ bahisleri ile Cerrahiyetül Haniyedeki mâl-i hülyâ faslı kıyaslandığında,Sabuncuoğlunun yazmasında konunun farklı bir şekilde ele alındığı görülür. Hastalığın nedenleri üzerinde durulmadığı gibi belirtileri de anlatılmaz ve doğrudan doğruya tedavi konusuna geçilir. Burada önemli olan dağlama yöntemidir. Hastalığın dağlama yolu ile tedavisi anlatılır ve bu da hastalık nedenine bağlı olarak değişir . Eğer mâl-i hülyânın sebebi rutubet-i faside veya balgam-ı galiz olursa ilâçla tedavi yapılır ki bu ilâçların muacele (ilâç yapma) bölümünde ele alındığı söylenir. İlâçlar fayda etmediği takdirde falic(felç) de uygulanan dağlamanın tatbik edilmesi söylenir ki buna dağ urmak denir.(17)
Yapılan işlem şudur: hastanın saçları traş edilir. Başının ortasından bir, iki boynuz yerinden iki, enseden bir,boyun omurgalarının üzerinden bir dağ vurulur.
Hasta dayanıklı ve kuvvetli ise,beden gevşemesinin tedavisi için arka omurgalarından dört dağ daha yapılır. Dağlamada dağlağu aleti ile deriye temaslar derece derece olur; uygulama sadece ısıtma veya yüzeyde çok az ve dar bir sahaya değme ile deri yanması arasında değişir.
Dağlama aleti deri üzerine ufak noktalar halinde değdirilir ve çok kere de değmeden deriyi ısıtmak şeklindedir.(*) Dağlama aletinin ısısı deriye tesir edene kadar uygulanır.Bu şekildeki dağ dimağı rutubetlendirir, yani tartip eder (Hıltlar nazariyesine göre).
Dayanıklı hastaların arka omurgalarına yapılan dağlamadan sonra ilâç tedavisi uygulanır.
Akupunktur Yöntemi İle Karşılaştırma:
Cerrahiyetül Haniyede mâl-i hülyânın tedavisinde kullanılan ve minyatürler üzerinde resmedilen dağlama noktaları çeşitli ruh hastalıklarının tedavisinde kullanılan akupunktur noktaları ile kıyaslandığında bunların benzer noktalar oldukları görülür .
Görüldüğü gibi bu 15. asır metninde uygulanan dağlama yöntemi akupunktur ve moksa gibi bir uyarı aracı olarak kullanılmaktadır. Yapılan karşılaştırma neticesinde Şerafeddin Sabuncuoğlunun vücuttaki akupunktur noktalarını bildiği; kendine özgü bir yöntem ile bu noktaları ısıtarak uyardığı ve bu metod ile hastaları tedavi ettiği anlaşılmaktadır.
(*)Dip Not:Geleneksel Uygur Çin tıbbındaki moksa uygulaması.
M.Ö.Yaklaşık olarak 20000 yıllarından günümüze kadar gelen tıp tarihinde, akupunktur yönteminin ilk uygulandığı ilkel kabilelerden Uygur Medeniyetine,oradan Uygurlarla uzun yıllar boyunca iç içe yaşamış Çin Medeniyetine geçişini ve daha sonra Çinlilerin bu yöntemi benimseyerek ve geliştirerek ve de daha çok yazılı belge bırakarak kendilerine mâl etmeye devam etmekte olduklarını gördük.
Gerçekte temeli Türk kültürüne ve geleneklerine dayanan, yaklaşık yedi bin yıllık kökeni olan bu halk tıbbı ,günümüz modern tıbbı karşısında , özellikle 20. yy da geri bıraktırılmıştır. Kanımızca modern tıp, sanayi devrimiyle birlikte gelişmesine farklı bir yöne çevirirken, köklerinden kendisini ayırmıştır. Bunun sonucu olarak günümüz tıbbı, insanı sadece makine gibi tamir edilmesi gereken bir nesne olarak algılamaya başlamıştır. Modern görüntüleme ve tedavi yöntemleri de dahil olmak üzere bütün modern Tıbbi teknik gelişimler, hekimi sanatsal tıp yaklaşımından uzaklaştırarak bu sürece ivme vermektedir.
Projemizin amacı, modern tıp temelinden uzaklaşmadan, Anadolu ve Türk kökeni olan halk tıbbında kullanılmış tüm bitkisel tedavi yöntemlerini, kişiye özgü doğru beslenme ve egzersiz alışkanlıklarını kapsayan geniş yelpazeye, özellikle Uygur-Çin tıbbında oldukça önemli bir yer tutan akupunktur tedavisini de ekleyerek (oriental medicine ) yeni bir sentez tıbbı oluşturmaktır. Böylece farklı kökenlerden kaynaklanan ancak temeli insan sağlığına dayalı tüm bu ilimlerin, günümüz teknolojik tıbbının ileri teşhis olanaklarını kullanarak hepsinin bir arada değerlendirilmesi sonucu, her birinin insan sağlığı üzerine tek başına sahip olduğu etkilerin bu sentezle daha da güçlendirilmesi amaçlanmaktadır.
2000 yıldan uzun bir süredir Çinli doktorlar,vücuttaki işlevsel bozuklukları belirlemek için nabız teşhisine güvenmişlerdir. Bugün dahi Çin tıbbında nabız okuma yeteneği en önemli teşhis aracı olarak yerini korumaktadır. Ne yazıktır ki, Doğu tıbbını uygulayan Batılıların ancak çok azı bu sanatta gerçekten yetkinleşmiştir.
Bu doğal tıbbi tedavilerin doğu terminolojisinde anlamları alt başlıklar halinde incelenebilir. Bunların arasında başlıca yer tutan, Akupunktur aslında Latin terminolojide akus; iğne, punctus; batırmak anlamına gelmektedir. Aslında bunun tam Çince karşılığı zhen- jiu- ology olup zhen; akupunktur, jiu; moksibasyon, ology; bilim anlamına gelmektedir.(20) Burada akupunktur kuru iğne batırmak, moksibasyon(Moksa ısıtan özel tütsü) ise bedende ısı oluşturan tüm yöntemlerin bir arada kullanılmasıdır. İşte bu yöntemler sırasıyla akupunktur, sağlıklı ve dengeli beslenme, psikoterapi , fitoterapi, aromaterapi, tıbbi masaj ve tüm ekolleri (orta Avrupa , İşveç tekniği, manuel lenfatik drenaj , klasik masaj ve spor masajı, bağ doku masajı, shiatsu,tuina vb), manuel tedavi, osteopati, şiropraksi, balneoterapi (banyo ve kaplıca tedavileri), müzikle tedavi (Türk müziği makamlarının sağlık üzerine etkileri), etnik dans çalışmaları, bedensel bütünlüğü sağlayan nefes-duruş-hareketle başlayan ardından zihinsel ve ruhsal bütünlüğü tamamlayan inanç ve kültürlere göre farklı konseptler (yoga, namaz, meditasyon , dua vb), enerji temelli tedavi metodları (, tai chi, chi gong vb) sayılabilir.
Bu alt grupları biraz daha açarak başlıklar vermek gerekirse, doğal tedavilerin yapıldığı bu tıbba alternatif değil modern tıpla beraber bütünleyici (integratif) tıp demek daha doğru olacaktır .
Uygulayıcının akupunktur eğitimi,WHO nun 1999 da yayınladığı dergiye göre 2500 saat olarak önerilmiştir.1000 saatten az olmamak kaydıyla da uygulanmalı ve klinik çalışma gerektirir.
Bu ileri seviyeli eğitimin amacı akupunktur uygulamalarının,milli sağlık servislerinde kullanılmasıdır.Bu eğitim sayesinde hastanelerde seçilmiş bazı hastalara akupunktur uygulamaları veya sağlık merkezlerinde sağlık hizmeti olarak akupunkturu uygulamaları olacaktır ve bu kişiler her zaman yetkili hekim memurun gözetimi altında olacaktır.(18)
Planlanan yeni sentez tıbbı ile efektif tedavi edilebilecek hastalıklar aşağıda verilmiştir:
Kas-iskelet sistemi hastalıkları
Disk Hernisayonu (*) (Bel ve Boyu Fıtığı)
Siyatalji (*) (Siyatik)
Topuk Dikeni (*)
Servikal Artoz (*) (Boyun Kireçlenmesi)
Gonartroz (*) (Diz Kireçlenmesi)
Koksa Artroz (Kalça Eklemi kireçlenmesi)(*)
Omartroz (Omuz eklemi kireçlenmesi)(*)
Kondromalazi Patella
Myofasyal Ağrı Sendromları
Tennis Elbow (*) (Tenisçi Dirseği)
Karpal Tünel Sendromu (*)
Çene Eklemi Ağrıları
Romatoid Artrit (Palyatif idame Tedavisi)
De Quervain Hastalığı
Koksigodini (Kuyruk Sokumu Ağrısı)
Psikojen Ağrılar
Tortikollis (*)
Fonksiyonel skolyoz (*)
Osteoporoz (*)
Gastro-intestinal Hastalıklar
Akut ve kronik Farenjit (*)
Diş Çekimi Sonrası Ağrı
Gingivit (*) (Diş Eti iltihabı)
Aft (*)
Akut ve Kronik Gastrit (*)
Akut ve Kronik Ülser (Palyatif idame Tedavisi)
Mide Hiperasiditesi (*)
Kontipasyon (*) (Kabızlık)
İshal (*)
Hıçkırık (*)
Kolit (*)
Ülseratif kolit (*)
Safra Akımı Bozuklukları
Karaciğer Yağlanması (Hepatosteatoz)
Bulantı, kusma (*)
Ürogenital Hastalıklar
Enürezis Nocturna (*) (Gece Altını Islatanlar)
İdrar Kesesi Hastalıkları (Sistit, Nörojenik Mesane, Kontraktil Mesane) (*)
Prostat Sendromları (*)
Renal Kolik (Böbrek Taşı Ağrısı) (*)
Frijidite (Cinsel Soğukluk) (*)
Empotans (Cinsel Yetesizlik) (*)
Dismenore (*) (Ağrılı Adet Görme)
Kalp ve Dolaşım Sistemi Hastalıkları
Hipertansiyon, Hipotansiyon (Asabi, Esansiyel) (*)
Hiperkolesterolemi, Hipertrigliseridemi
Ekstremitelerdeki Dolaşım Bozuklukları
Varis
Raynaud Sendromu (*)
Lenfödem (Lenfa Drenaj Masajı Tedavisi)
Ateroskleroz (Damar Sertliği)
Psikiyatrik Hastalıklar
Sigara Bağımlılığı (*)
Alkol Bağımlılığı (*)
Depresyon (*)
Korkular, Tikler (*)
Kekemelik
İnsomnia (*) (Uykusuzluk)
Konsantrasyon Bozukluğu
İştahsızlık (*)
Psikojen Obezite (Şişmanlık)(*)
Histeri (*)
Gece Krampları, Kasılmaları, Bacak Ağrıları (*)
İlaç Bağımlılığı (özel Şartlar)
Kronik Alkolizm (özel Şartlar)
Korkular ve Tikler
Kronik Yorgunluk Sendromu (*)
Anoreksxia nevroza
Endokrinolojik Hastalıklar
Adet Düzensizliği, ağrıları (*)
Tiroid Hormon Düzensizliği
Östrojen-Progesteron-ProlaktinHormon Düzensizliği
Diabet (Sekonder hasarı onarıcı olarak)
Selülit (Lenfa drenaj masajı, akupunktur) (*)
Aşırı terleme, aşırı ifrazat
Anorexia nevroza
İştahsızlık (*)
Solunum Sistemi Hastalıkları
Astım (*)
Akut ve Kronik Bronşit (*)
Gripal Enfeksiyon (*)
Allerjik Rinit (*)
Akut ve Kronik Sinüzit (*)
Ses Kısıklığı (*)
Larenjit (*)
Kulak Burun Boğaz Hastalıkları
Tinnitus (Kulak çınlaması) (Boyun Kaynaklı)
Meniere Sendromu
Nörolojik Hastalıklar
Baş Ağrıları ve Migren (*)
Periferik Nöropati
İnterkostal Nevralji*
Fasial Paralizi (*) (Yüz Felci) ilk Altı Ayda
Trigeminal Nevralji (*)
Göz Hastalıkları
Allerjik Konjonktivit
Glokom (Göz Tansiyonu)
Cilt Hastalıkları
Akne (*)
Ürtiker ve Allerjik Dermatid (*)
Zona ve Sekeli (*)
Egzema
Psöriazis (Sedef Hastalığı)
Sedef (*)
Saç Dökülmesi (*)
(*): WHOnun akupunkturla tedavi edilen hastalıklar listesinden alınmıştır.
Osteopati ve şiropraksinin uluslar arası uygulamalarında bu iki meslek grubunda hekim olma şartı aranmamaktadır. Bu yüzden manuel tedavi eğitimi uluslar arası tıp çevreleri tarafından daha bilimsel olarak kabul görür. Bu eğitim integratif tıp eğitim programı içinde yer almakla beraber isteyen pratisyen hekim ve diğer branş hekimleri bir diploma programı içinde bu eğitimi alabilirler.
1- Batı teknikleri :
a- Klasik masaj
b- Bağ doku masajı
c- Miyofasyal gevşetme tedavisi
d-Spor masajı
e-Manuel lenfatik drenaj masajı
2-Doğu teknikleri :
a-tuina
b-şiatsu
c-thai masaj
Modern Batı Tıbbı teknikleri ve Doğu Tıbbının geleneksel teşhis yöntemleri (nabız,dil,kulak teşhisleri) ve Doğu Tıbbı prensiplerinden ortaya çıkan bilimsel Kirlian Görüntüleme Tekniği (ki biz buna Fiziksel ve Emosyonel Vücut Analizidiyoruz), muayene sonucunda teşhisimize yardımcı olmak amacıyla ve aynı zamanda bu teşhis çerçevesinde tedaviyi planlarken bir yol gösterici olarak kullanabileceğimiz bir yöntemdir.
Kirlian etkisine dayanarak St.Petersburgda Prof.K.Korotkov tarafından geliştirilen bu yöntem, yüksek yoğunlukta bulunan herhangi bir biyolojik objenin elektromanyetik ortamdaki analizinin bir bilgisayar kaydıdır.
Bu yöntemde kişiye iki metal plakadan geçirilen yüksek gerilimli doğru akım uygulanır.Bu akım sonucunda parmakların ucundan çıkan gaz görüntülenmektedir. Görüntülerdeki geometrik şekillerin yapısı, renklerin,tonların (parlaklık-matlık gibi) değerlendirilmesi sonucunda vücuttaki geçmiş, mevcut ve de yakında oluşması muhtemel sağlık problemleri tespit edilebilir. Burada görüntülenen şey, mistiklerin çoğunlukla anladıkları auradeğildir; elektriksel bir alanın sağlık durumlarına bağlı olarak farklılık gösteren ve çeşitli şekillerde ışıklı olan bir hale (korona) dir. Bu yöntem ile birkaç saniye içinde veri toplama ve analiz yapılabilir. En zayıf organlar,vücuttaki sistemlerin (kas-iskelet sistem,endokrin sistem,kalp damar sistem,Gastro intestinal sistem,üro genital sistem,nöro vegetatif sistem vs..),beyin sistemi ve vücudun genel durum akışındaki bir bozukluk gözlemlenebilir. Bu uygulama, Rus Bilimler Akademisi tarafından sınırlama olmaksızın sağlık sektöründe kullanılmak üzere onaylanmıştır.Finlandiya ve İsveç de bu yöntemi resmen kabul etmiştir, diğer gelişmiş ülkeler de çok yakında kabul etme yolundadır.
Sonuç olarak;
Uzman hekim tarafından yapılan bütün bu yöntemlerle muayene (modern Batı Tıbbı teknikler,geleneksel Doğu Tıbbı yöntemleri,Enerji Tıbbı çerçevesinde Kirlian Ölçümleri) sonucunda yapılması gerekenler hastaya anlatılmalıdır.
Amaç;
Burada:
Ayrıca;
Hekimin psikolojik tıp yaklaşımı çok önemlidir.Hastanın duygu-düşünce-davranış bütünlüğü olan emosyonları çok iyi bir şekilde analiz edilmeli ve bunları dengeleme çalışmaları hastaya öğretilmelidir.
Hastanın bozuk yaşam stili değişmezse,hastanın tedavi sonucunda oluşan iyilik halinin tekrar bozulacağı hastaya kavratılmalıdır.
Sonuç olarak biz, Gerçek Tıp dediğimiz bu yaklaşımı, hastaya ilk muayene sırasında anlatıyoruz.
Yapılan tüm bedensel ve zihinsel analizler sonucunda olması en muhtemel teşhisi ve öngördüğümüz tedaviyi hastamızla tüm ayrıntılarıyla paylaşıyoruz. Hasta ve hekim bu konuda karşılıklı onayı verdiği zaman tedaviye başlıyoruz ve tedaviyi başarıyla sonuçlandırabilmek için elimizden geleni yapıyoruz.
Bu noktada,taşıdığımız hem bilimsel, hem de vicdani sorumluluk nedeni ile hastanın tedavi süreci içerisinde ara kontroller yapıyoruz. Eğer bu süreçteki gelişmeler pozitif yönde ise tedaviye devam ediyoruz.
Anadolu ve Türk kökeni olan halk tıbbında kullanılmış tüm bitkisel tedavi yöntemleri, kişiye özgü doğru beslenme ve egzersiz alışkanlıkları, geleneksel Uygur- Çin tıbbında önemli tedavi uygulamalarını modern tıp temeline uyumlu yaklaşımlarla geniş anlamda ele alarak,tüm bu verilerden hareketle,uluslararası ve ulusal hakemli yayın ve kitaplar taranarak yapılan geniş bir literatür araştırması sonrası, Almanya Hamburg üniversitesi Uygur özel bölgesi Geleneksel Çin Tıbbı Fakültesi ve İstanbul, Ankara, İzmir eczacılık fakülteleri öğretim üyeleriyle irtibata geçmek planlanmıştır.Bu eğitimi kurulacak sağlıklı yaşam enstitüsü bünyesinde tıp doktorlarına, özellikle fizik tedavi ve rehabilitasyon, ortopedi ve travmatoloji uzman hekimlere, manuel terapi, fitoterapi, tıbbi masaj, beslenme tıbbı başlıkları altında diploma programı ve akupunktur alanında sertifikalı hekimlere de lisansüstü eğitim olan olarak sunmayı planlamaktayız.
Bu eğitimi integrative tıp eğitim programı içinde yer almakla beraber isteyen farklı branş hekimleri ve pratisyen hekimler bir sertifikasyon programı olarak bunu enstitü bünyesinden alabilirler.Bu eğitim şu anda tıp doktorlarına Yeditepe Üniversitesi-İstanbul ve İstanbul Ümraniye devlet hastanesinde verilmektedir. Biz sağlıklı yaşam enstitüsünde bir lisans üstü program olarak ( post- graduate ) bir ileri seviye eğitimi planlamaktayız.
Öngördüğümüz bütünleyici tıp yaklaşımının tüm sağlık sistemine entegre edilmesi için,hastanın olduğu kadar hekimin de eğitimi önemlidir ve gereklidir. İşte bu önerdiğimiz Sağlıklı Yaşam Enstitüsü Projesi, hem eğitim alanında hem de sağlık alanında hizmet verecek olan kurumun tüm çalışmalarını içermektedir.
KAYNAKÇA:
(1)- ŞENER Cemal, Türklerin Müslümanlıktan Önceki Dini,Şamanizm,İstanbul,1997.
(2)-İNAN Abdülkadir, Tarihte ve Bugün Şamanizm,TTK,1995.
(3)-Prof.Dr.ÖGER Bahattin, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi,İstanbul.
(4)-ABDUŞÜKÜR Muhammed Emin, Kutadgu bilig haznesi, Uygurçe, 525.s, 2000, Urumçi, Şin-cang halk yayınevi.(5)-Prof.Dr. ÜNVER, Süheyl, Ugurlarda Tıb, Uygurçe, 3.s, 1997, Ürümçi, Şincang Fen ve Sağlık yayınevi.
(6)-MUHAMMED EMIN, Abduşükür, Uygur felsefe tarihi, Uygurce, 31-sayfa, 1997, Ürümçi, Şin-cang Halk yayınevi. ÇEÇEN, Anil, Türk devletleri, Türkçe, 42,-44,s, 2007, Ankara, Fark yayınları
(7)-CHURCHWARD James : The Children of Mu . Brotherhood of Life Albuquerque New Mexico USA 1998
(8)-Prof.Dr. ÜNVER Süheyl, Uygurlarda Tababet 65, 66 s. İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü Sayı : 3 Yeni Laboratuvar Yayımları 1936
(9)-Doç.Dr.BAYAT Ali Haydar,Tıp Tarihi Araştırmaları-3, İstanbul 1989
(10)-Dr.AMAL Alami : LIslam et la Culture Medicale ou Medecine et Biologie Dans Leur Rapport Avec LIslam 1979 Yılında kabul edilmiş ve yayınlanmış tezi.
(11)-Ebu. Davud Tıp H. 3859. 3860-Tirmizi Tıp H. 2052- İ. Mace Tıp H. 3484. 34-Buhari Tıp
(12)-CINA Mohammad Ali Qureshi : Supremacy Of Arabian Medicine İn Europe. A Chapter Of Cinas History Of Medicine
(13)-AMMAR Sleim: Médecine de LIslam 1984
(14)-Doç.Dr.BALAY Mehmet N, İbni Sina, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara 1988
(15)-TURA Hazmi ve Prof.Dr. ÜNVER Süheyl, tarafından 1937 de yayınlanan makale (orjinal eser Süleymaniye Kütüphanesinden alınmıştır).
(16)-TABÎB İBN-İ ŞERÎF , Yâdigâr 15. YY.Türkçe Tıp Kitabı, İstanbul 2004
(17)-Doç.Dr.SARI Nil, Tıp Tarihi Araştırmaları-2,İstanbul 1988
(18)-World Health Organization 1999
(19)-FLOWS Bob, Çin nabız teşhisinin sırları
(20)-Tianjin Sciences & Technology, China Zhenjiuology